1. Uzman
  2. Hidayet ÇALIŞKAN
  3. Blog Yazıları
  4. Eşimle cinsellik yaşayamıyoruz. Boşanmalı mıyım?

Eşimle cinsellik yaşayamıyoruz. Boşanmalı mıyım?


Bütün canlıların biyolojik olarak ortak amacı hayatta kalmak ve üremektir. İnsanlar, hayatta kalmak için beslenme ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayıp, sosyal ilişkiler kurarak da fiziki ve ruhsal yaşamını devam ettirmeye çalışır. Cinsellik ile de biyolojik olarak üreme amaçlı genlerini geleceğe aktararak neslini devam ettirme içgüdüsündedir.

İnsanın evrimsel gelişiminde cinselliğin, kadın ve erkek ilişkisinin ayrılmaz doğası olduğu bilinmektedir. Cinsellik; hem üremek amaçlı hem de bireyleri birbirine yakınlaştırması, sosyalleşitirmesi ve ilişki esnasında alınan hazlar sebebiyle fiziksel, zihinsel, duygusal ve hatta sosyal anlamlar taşımaktadır.

Bu anlamda bireylerin sağlıklı ve mutlu bir ilişki yaşayabilmesininin temel taşlarından birinin cinsellik olduğu açıktır. Uyumlu bir beraberlik için cinsellik, çiftler için olmazsa olmazlardandır. Sosyal ve kültürel olarak cinsellik; yaşanması ve hatta konuşulması dahi ayıp, günah, yasak, gizli tutulması gereken bir şeymiş gibi algılansa da aksine aslında temel bir içgüdüdür ve insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Cinsellik ile ilgili içgüdüsel olarak bazı bilgilere ya da hislere sahip olsak bile üzerine bilgi edinmemiz ve bilgileri paylaşarak geliştirmemiz gerekmektedir. Özellikle çiftlerin birbiriyle cinsel yaşamları hakkında dürüstçe, açık bir dille konuşabilmesi çok önemlidir.

Mutlu bir cinsel yaşam için öncelikle bireylerin kendi ihtiyaç ve isteklerini bilmesi, cinsel haz noktalarını fark etmesi ve kendilerini iyi tanıyor olması gerekir. Eşlerine kendisi ile ilgili beklentilerini doğru bir iletişimle ifade edebilmeleri, neyi isteyip neyi istemediklerini, nelerden hoşlandıklarını ya da hoşlanmadıklarını açıkça ifade edebilmeleri gerekmektedir. Karşılıklı olarak isteklerin paylaşıldığı, sevgi, saygı ve anlayışla dinlenerek ortak bir pencereden ele alınan düzenli bir cinsel yaşam, çiftlerin iletişimini arttıracak, ilişkileri çok daha doyurucu ve sağlam olacaktır. Mutlu bir cinsel yaşam ilişkide de mutluluk getirecektir.

Cinsel İlişkinin Amacı Nedir? 

Cinsel ilişki, nesillerin devamı için gerekli olan üremeyi sağlamaktadır. Zaten evrimsel amacı da budur. İnsanlar da dahil tüm canlılar üreme eylemine doğuştan yatkındırlar. Cinsel ilişkinin insanlardaki farkı ise nesillerin devamını sağlamakla birlikte birçok duygu ve hazzı da içermesidir. Örnek vermek gerekirse, kendisi sayesinde devam eden bir neslin olması insan için bir hazdır. İnsanlar kendi çocuk ve torunlarıyla olan ilişkilerinde sevginin yanında gurur hissine de sahip olurlar çünkü bu durumu kendi başarıları olarak görürler. Bunun yanında, içgüdüsel tatminin sağlanması ve haz almak gibi amaçlar da vardır.


Neden Cinsel İlişkiye İhtiyaç Duyuyoruz ?

Cinsellik ve cinsel ilişki, ilişkilerin vazgeçilmez bir parçasıdır. Öncelikle, her türlü duygu içeren davranışın partnerler arasında sevgi ifadesi gibi görülmesi cinselliği çoğu ilişkide temele yerleştirmektedir. Cinsellik, partnerleri daha değerli ve seviliyor hissine ulaştırmaktadır ve bu nedenle de, mutlu bir ilişki için de önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bireysel anlamda düşünüldüğünde ise karşımıza içgüdüsel bir tatmin duygusu, hormonal sistem ve cinsellikte yaşanan haz çıkmaktadır. Şimdi bunları biraz detaylandıralım.

Cinselliğin evrimsel bir öğe olduğundan ve tüm canlıların üremeye yatkınlıklarından bahsetmiştik. Bu yatkınlığın bir sonucu da cinsel ilişkiye olan ihtiyacı doğurmaktadır. İçgüdüsel bir tatminin ve fark etmeden yapılan içgüdülere bağlı eylemlerin verdiği doyum duygusu cinsellikte hissedilmektedir.

Hormonal sistem, kadın ve erkeklerde farklıdır. Cinselliğe yatkınlık da bu hormonların neredeyse tam kontrolü altındadır. Kişiyi cinselliğe yönelten ana etkenin de bu hormonlar olduğu düşünülmektedir. Benzer şekilde, hem kadın hem de erkeklerdeki cinsel hormonların oranları ve miktarları cinselliğe meyili belirler. Özetlemek gerekirse, cinselliğe meyil için önemli etkileri olan hormonların partnerlerin vücudundaki oranları; partnerlerin ilişkiye girme isteklerinin en önemli belirleyicisi olmaktadır.

Cinsellik, yine evrimsel sürecin bir getirisi olarak haz duygusunu da içerisinde barındırmaktadır. Vücutta bulunan sempatik ve parasempatik isimli iki sinir ağı vardır. Bu ağların bizdeki etkileri farklı farklıdır. Cinsellik sonucunda elde edilen hazların da bu sinir ağlarının arasındaki geçişe bağlı olduğu düşünülmektedir. Cinsellikte elde edilen yoğun duygular ve haz da çiftlerin buna ihtiyaç duymalarına sebep olur. Stresli zamanlarda ve çiftin arasının çok da iyi olmadığı dönemlerde cinsellik bir onarıcı olarak görev alabilse de esasında ana problemin çözümünden bir kaçış olarak kullanıldığında çözüm süreçlerinin normalden uzun sürebilmesine de neden olabilmektedir.


Kaliteli Bir Cinsel İlişki Nasıl Olmalıdır?

İlişkiler, uyum ve karşılıklı mutluluk üzerine kurulursa daha sağlam olmaktadır ve bu durum, yalnızca davranışlar ve kişilikle ilgili değil, aynı zamanda, cinsellikteki uyum ve partnerine değer vermekle de alakalıdır. 

Kaliteli bir cinsel ilişki için öncelikle partnerlerin beklentileri biliyor olması ve buna uygun şekilde hareket etmesi gerekir. Bunun yanında, partnerlerin bencillikten mutlaka uzak durması gerekmektedir. Unutulmamalıdır ki, cinsellik karşılıklı bir ilişki şeklidir yani bireysellikten kaçınılmalıdır ve bu da ancak karşı tarafın hislerine saygı duyulması halinde sağlanabilir.

Bir diğer önemli konu ise cinsel arzudur. Az önce de bahsettiğimiz üzere insanlar hormonların kontrolü altındaki canlılardır. Bazı hormonlar cinsel isteği arttırır ve bazen bu hormonlar yeterince bulunmayabileceğinde bu dönemlerde partnerlerin birbirine saygı göstermesi gerekmektedir. Buna sebebiyet veren konuların doğru bir iletişim ile konuşulması ile birlikte her iki tarafın da istekli olduğu bir cinsel ilişkinin, çiftler arasındaki bağı kuvvetlendirmesi de kaçınılmaz olacaktır.


Kaliteli Cinselliğin İlişkiye Olan Katkıları Nelerdir?

Doğru ve kaliteli cinselliğin ilişkiye birçok faydası olabilmektedir. Her ilişkide ilk zamanlar her geçen gün yeni bir heyecanla karşılaşılsa da ilerleyen dönemde durağanlık ve sıradanlık oluşabilmektedir. Buna karşı çiftlerin ekstra çaba göstermesi ve partnerine yenilikler sunması iyi etkiler oluşturabilmektedir. Her cinsel ilişki de yeni bir haz oluşturmaktadır ve ilişkinin bu durağanlıktan kurtulmasında etken olmaktadır. Yine benzer şekilde, uzun süreli ilişkilerde kaybolmaya başlayan tutku ve hazzın da devam etmesinde etkilidir. Ancak elbette tüm bu sürecin yönetimi çiftler arasında her konuda doğru bir iletişim kurmak ve şeffaf olmakla ideal hale gelebilir.

Mutlu Bir İlişki için Cinsellik Sıklığı Nasıl Olmalıdır?

Bu sorunun tek bir cevabı yoktur elbette. Daha doğrusu bu bir zorunluluk ve sayı limiti olmaktan ziyade, çiftlerin hayat tarzı, birbirleriyle olan uyumları ve beklentilerine göre büyük değişiklik göstermektedir. İlişkinin ilk dönemlerinde cinsellik çok daha sık yaşanabilmektedir elbette. Çiftler arasındaki heyecan, tutku ve birbirlerini henüz tam anlamıyla tanımadıklarından keşfetme arzusu öne çıkmaktadır. Ancak zaman içerisinde ve uzun süreli ilişkilerde ve evliliklerde cinsel ilişki sıklığı azalabilmektedir. Bu durum her zaman çiftler arasında bir sorun olduğunu göstermez. Kimi zaman kişisel öncelikler değişkenlik gösterebilir ve çiftlerin ilişkisine de yansıyabilir. Ancak bu uzun süreçli bir rutin haline geliyorsa çiftlerin arasındaki bağa da zarar vereceğinden, böyle bir uzaklaşma farkedildiğinde kadın ya da erkek partneriyle doğru bir iletişim kurarak bu durumu çözüme ulaştırmak için adım atmalıdır.

Evlilikte Cinsellik Neden Önemlidir?

Evlilikte de her ilişkide olduğu gibi cinsellik önemlidir. Evlilikten sonra zaman içinde cinselliğin yok sayılması doğru olmadığı gibi, özellikle bazı çiftlerin kafasındaki çocuk olduktan sonra cinselliği yok saymak gibi düşünceler ilişkiye zarar vermektedir. Az önce de bahsettiğimiz üzere, cinselliğin tutku ve hazzın devamlılığını sağlamak veya durağanlığı engellemek, ilişkideki bağı kuvvetlendirmek gibi birçok faydasının olduğu unutulmamalıdır.

Evlilikte cinsel yaşam hep aynı düzeyde sürmeyebilir, bu normaldir. Ev işleri, çocuklar, mesleki zorluklar, geçim sıkıntıları gibi etkiler, günlük yaşam sorunları hem cinsel isteği hem de birbirine ayrılan zamanı azaltarak eşler arasındaki romantizmi ve cinsel yaşamı engelleyebilir. Ancak tüm enerji ve zamanı bunlara ayrılıp cinsel yaşam tümüyle ihmal edilmemelidir. Günlük işlerden yorulduğu için ya da televizyon seyretmeyi tercih ettiği için cinselliği ihmal etmek doğru değildir. Aksi takdirde evlilik cansız bir hal alır ve eşler arasındaki bağ zayıflar, giderek uzaklaşma ve kopukluk yaşanması kaçınılmaz olur. Cinsellik eşler arasındaki samimiyeti besler. Bu sadece iki insan arasındaki ilişkinin sosyal boyutu ile ilgili de değildir, fizyolojik temelde de etkisi olan bir yaşantıdır, çünkü uyumlu ve doyurucu bir cinsel birliktelik sırasında vücutta kendini iyi hissettiren, bağlanma hormonu olan oksitosin salgılanır, bu da eşine yakın hissetmeyi sağlar.

Cinsellik ve evliliğin diğer bölümleri birbirini etkiler. Uyumlu ve doyum verici bir cinsellik evlilik yaşamında her iki tarafın da olaylara bakış açısını yumuşatır, gündelik yaşamda karşılaşılan güçlüklere toleransın artmasını sağlar. Evlilik hayatında çatışmalar da yaşanır, zaman ilerledikçe çocuklar vb fikir ayrılığına düşülüp çatışma yaşanabilecek yaşam olayları artar. Cinsel yaşam canlı ise fikir ayrılıklarından kaynaklı çatışmalarda eşlere ateşkes alanı sağlar, birbiri ile güç mücadelesine girmek gerine anlaşmazlıkları sevgi ile aşmalarına yardımcı olur. Dolayısıyla düzenli ve sağlıklı bir cinsel yaşamın duygusal bağı ve yakınlığı güçlendirmenin yanı sıra evlilikteki stresin azalmasını sağlayarak evliliğin devamına olumlu katkısı olduğu ve boşanma oranlarına etki ettiği söylenebilir.


Cinsellikle İlgili Sorunlarda Psikolojik Destek Almak Neden Önemlidir?

Bazı durumlarda cinsellik, partnerlerin karşılıklı gösterdikleri özen ve çabalara rağmen kaliteli hale getirilemeyebilir. Bu durumda sorunun çözümü için bu duruma sebebiyet veren etkenler de gözetilerek psikologdan destek alınması son derece doğal bir durumdur. Yazının genelinde de bahsettiğimiz, cinselliğin olmaması durumunda oluşabilecek olumsuz durumlardan kurtulmak için partnerler ve evli çiftlerin çift terapisi için uzman bir psikologdan destek alınması önemlidir ve bu konuda çekinilmemelidir.

KAYNAK : https://www.ozkanyigit.com/iliskilerde-cinselligin-onemi/

Yayınlanma: 14.01.2024 09:38

Son Güncelleme: 16.08.2024 17:39

Psikolog

Hidayet

ÇALIŞKAN

Psikolog

(*)(*)(*)(*)(*)

Uzmanlıklar:

İlişki / Evlilik Problemleri , Çocuk ve Ergenlik Dönemi Ruhsal Sorunları , Depresyon ve Mutsuzluk
Online TerapiOnline Ter...
süre 45 dk
ücret 1899
Yüz Yüze TerapiY. Yüze Ter..
Hizmet vermiyor
Yapay zeka ile, kişiselleştirilmiş destek:
Menta AI
Yapay zeka ile,
kişiselleştirilmiş destek: Menta AI

Şimdi indir, konuşmaya başla

App Store'dan İndirGoogle Play'den İndir
Bunları da sevebilirsiniz...

Kendine “Evet” Diyebilmek: Ruhsal Özgürlük.

Gerçekten kendi hayatını inşa edebilmek, herkesin beklentisini karşılamanın mümkün olmadığını kabul etmekle başlar. İnsanların onayını alma, memnun etme ya da herkes için “doğru” olanı yapma çabası, çoğu zaman kişinin kendi ihtiyaçlarını geri plana atmasına neden olur. Bir noktadan sonra fark ederiz ki, başkalarını mutlu etme uğruna kendimizi ihmal etmek, içsel bir yorgunluğun ve kaygının en temel nedenlerinden biridir. Çünkü insan, kendi iç dengesini kurmadan dış dünyada huzur bulamaz.Toplumda sıkça öğretilen “önce başkaları, sonra sen” anlayışı, uzun vadede tükenmişlik hissini besler. Oysa sağlıklı bir benlik yapısı, başkalarına rağmen değil, kendinle uyum içinde yaşadığında gelişir. Kendi duygularını fark etmek, sınırlarını korumak ve ihtiyaçlarını dile getirmek bencillik değil, duygusal olgunluğun bir göstergesidir. Her yetişkin, kendi duygularını yönetme sorumluluğunu taşır; bu nedenle bizim görevimiz başkalarının yükünü taşımak değil, kendi yolumuzu koruyabilmektir.Kaygı, isteksizlik, iç sıkıntısı ya da yorgunluk gibi hisler, çoğu zaman kendine gösterilmeyen özenin sessiz işaretleridir. Kendiyle teması kaybeden bir zihin, sürekli bir koşuşturma içinde nefes almadan yaşar. Günün sonunda bedensel olarak ayakta kalıyor olsak bile duygusal olarak tükenmiş hissederiz. Bu noktada durmak, fark etmek ve “ben ne istiyorum, neye ihtiyacım var?” diye sormak, iyileşmenin ilk adımıdır.Birçok kişi, çocukluk döneminde sevgiyle kabul edilmenin koşulunu “iyi” olmak, uyum sağlamak ya da başkalarının beklentilerini yerine getirmek olarak öğrenmiştir. Bu öğrenme biçimi yetişkinlikte de devam eder. İş yerinde, aile içinde veya ilişkilerde, kendi sınırlarımızı korumak yerine sessizce uyum sağlamayı seçeriz. Fakat içimizdeki küçük bir ses, bir süre sonra “ben ne zaman?” diye sormaya başlar. İşte o soru, kişinin kendine dönme cesaretini çağıran bir işarettir.Kendine dönmek; geçmişteki kalıpları, alışkanlıkları ve otomatik davranışları fark etmekle başlar. Bu farkındalık, genellikle rahatsız edici bir süreci de beraberinde getirir. Çünkü uzun yıllar boyunca kendini başkalarına göre tanımlamış biri, birden bire “ben kimim?” diye sorduğunda boşluk hissedebilir. Fakat bu boşluk, kaybolmuşluğun değil, yeniden inşa edebilmenin alanıdır. Her yeniden doğuş, önce bir duraklama ve sorgulamayla başlar.Kendini önemsemek, yalnızca kendine vakit ayırmak ya da dinlenmek anlamına gelmez; aynı zamanda duygusal ihtiyaçlarını ciddiye almak, kendi iç sesine güvenmeyi öğrenmektir. Gün içinde farkında olmadan verdiğimiz küçük kararlar bile, benliğimizin yönünü belirler. Sürekli “başkaları ne der?” kaygısıyla yaşadığımızda, içsel pusulamız başkalarının eline geçer. Oysa gerçek özgürlük, dış sesleri susturup kendi kalbimizin sesini duyabilmektir.Kimi zaman “hayır” diyebilmek, kendine gösterilen en büyük sevgi biçimidir. “Hayır” demek, bir reddetme değil; kendi sınırlarını ve değerlerini koruma eylemidir. Bu beceriyi kazanmak kolay değildir, çünkü çoğu zaman suçluluk duygusunu tetikler. Ancak unutulmamalıdır ki, her “hayır” bir “evet”e alan açar. Bir başkasına “hayır” dediğinde, aslında kendi ruhuna “evet” demiş olursun. Bu farkındalık, duygusal olarak dengeli bir yaşamın temelidir.Kendine dönme süreci yalnızca duygusal değil, bedensel olarak da fark edilir. Sürekli başkalarına yetişmeye çalışan biri, genellikle bedensel gerginlik, kas ağrıları, uykusuzluk ya da mide sorunları yaşar. Beden, zihnin taşıyamadığını sessizce dile getirir. Bu yüzden kendi iç dengesini kurmak, sadece psikolojik bir süreç değil; bütüncül bir iyilik halidir. Bedeni, zihni ve duyguları bir bütün olarak ele almak, kalıcı bir denge yaratmanın yoludur.Kendini fark etmek ve önemsemek, aynı zamanda öz-şefkat geliştirmek demektir. Öz-şefkat, kişinin kendine karşı nazik, sabırlı ve kabul edici bir tutum sergilemesidir. Hatalarını acımasızca eleştirmek yerine, insani yönünü anlamaya çalışmak anlamına gelir. Her insan zaman zaman hata yapar, eksik kalır, yanlış kararlar verir. Önemli olan, bu durumlarda kendine düşmanca değil, dostça yaklaşabilmektir. Çünkü içsel iyileşme, anlayışla başlar.Kendine dönmek aynı zamanda sessizliğe izin vermekle mümkündür. Modern yaşamın hızında durmak neredeyse bir lüks haline gelmiştir; ancak insan sessizliğe ihtiyaç duyar. Sessizlik, bir boşluk değil, yeniden doğuşun alanıdır. Günün birkaç dakikasında bile olsa, nefesini fark etmek, zihni susturmak ve sadece “burada” olmak, içsel bir denge yaratır. O anlarda hayatın hızından değil, özünden beslenmeye başlarız.Bu süreçte en önemli farkındalık, kimsenin bizim yerimize hayatımızı yaşamayacağıdır. Başkalarının düşünceleri, yönlendirmeleri ya da beklentileri geçicidir; fakat kendi seçimlerimizin sonuçları bize aittir. Bu nedenle, kendi değerlerini merkeze almak bir lüks değil, bir gerekliliktir. Kendi duygularını tanımak, sınırlarını fark etmek, ihtiyaçlarını dile getirmek — tümü yaşamın temel becerileridir.Kendine dönmek, yalnızca bir içe bakış değil, yaşamın her alanında daha otantik, dengeli ve huzurlu bir varoluş inşa etmektir. Kimi zaman bu süreçte eski alışkanlıkları bırakmak, ilişkilerde mesafe koymak veya uzun süredir bastırılan duygularla yüzleşmek gerekebilir. Bu kolay değildir, ama anlamlıdır. Çünkü gerçek değişim, konfor alanının ötesinde başlar.Sonuçta insan, kendini tanıdıkça başkalarıyla ilişkisini de dönüştürür. Kendiyle barışan biri, başkalarıyla daha açık, daha samimi ve daha dengeli ilişkiler kurabilir. Artık sevilmek için çabalamak yerine, olduğu haliyle kabul görmeyi seçer. Bu noktada yaşam daha hafifler; çünkü sürekli bir performans hâlinden, gerçek bir varoluş hâline geçilir.Kendine dönmenin cesareti, büyük adımlarla değil; farkındalıkla atılan küçük adımlarla gelişir. Her gün, kendi duygularını fark etmek, iç sesini dinlemek ve kendine nazik davranmak bu yolculuğun parçalarıdır. İnsan, kendine sahip çıktıkça yaşamın da ona sahip çıkmaya başladığını görür. Çünkü içsel denge, dış dünyanın karmaşasında kaybolmadan yaşamayı mümkün kılar.Gerçek huzur, herkesin seni anlamasında değil, senin kendini anlamanda gizlidir. Ve kendini anlamak, hayata yeniden anlam kazandırır. Başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışırken kendini kaybettiğinde, aslında dünyayı değil, kendi merkezini kaçırırsın. Fakat her farkındalık anı, o merkeze geri dönmek için bir fırsattır.Kendine dönmek; geçmişten, kalıplardan ve koşullu sevgiden özgürleşmek demektir. Bu özgürlük, kimseye meydan okumak değil; kendi iç dünyanda huzurla var olabilmektir. Ve bu, insanın kendi hayatını gerçekten inşa edebilmesinin en derin, en sade biçimidir.

Kaygı Bozukluğu: Nedenleri, Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri

Kaygı Bozukluğu: Nedenleri, Belirtileri ve Tedavi YöntemleriModern çağın hızlı, rekabetçi ve belirsizliklerle dolu yapısı, birçok insanı fiziksel olarak olduğu kadar psikolojik olarak da zorlamaktadır. Teknolojiyle birlikte hayatımız kolaylaşsa da, zihinsel yüklerimiz artmakta; ekonomik kaygılar, toplumsal beklentiler ve bireysel sorumluluklar altında ezilmek, giderek yaygınlaşan bir sorun haline gelmektedir.Bu karmaşık ortamda en sık karşılaşılan ruh sağlığı problemlerinden biri olan kaygı bozukluğu (anksiyete bozukluğu), kişinin yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyebilir. Oysa çoğu kişi yaşadığı bu sorunları fark etmez ya da dile getirmez. Kaygı, belli bir düzeyde hepimiz için doğal ve hatta koruyucu bir duygudur. Ancak bu duygu sürekli hale gelir, aşırıya kaçar ve günlük yaşamın önüne geçerse, artık bir rahatsızlık olarak ele alınması gerekir.Bu yazıda kaygı bozukluğunu daha yakından tanıyacak; türleri, nedenleri, belirtileri ve tedavi yöntemleri üzerine derinlemesine bilgi bulacaksınız. Haydi başlayalım;1. Kaygı Bozukluğunun TürleriKaygı bozukluğu tek tip bir hastalık değildir; farklı biçimlerde ortaya çıkan ve her biri ayrı dinamikler barındıran çeşitli alt türleri vardır. Bu türlerin anlaşılması, doğru teşhis ve etkili tedavi açısından kritik öneme sahiptir.🔹 Genel Anksiyete Bozukluğu (GAB)Kişinin sürekli ve aşırı endişe duymasıyla karakterizedir. Endişe belirli bir konuya odaklı değildir; günlük hayatla ilgili birçok konuya yayılmıştır (sağlık, gelecek, maddi durum, sevdiklerinin güvenliği gibi). Bu durum genellikle kontrol edilemez niteliktedir ve en az 6 ay süreyle devam eder.🔹 Panik BozuklukAniden ortaya çıkan, yoğun korku ataklarıyla tanımlanır. Panik atak sırasında kişi kalp çarpıntısı, terleme, nefes darlığı, titreme gibi bedensel belirtiler yaşar ve genellikle kalp krizi geçirdiğini ya da öleceğini düşünür.🔹 Sosyal Anksiyete Bozukluğu (Sosyal Fobi)Kişi, sosyal ortamlarda olumsuz değerlendirilme korkusu yaşar. Kalabalık önünde konuşma, yeni insanlarla tanışma ya da yemek yeme gibi günlük durumlar büyük kaygılara neden olabilir. Bu kaygı, çoğu zaman kişinin sosyal hayattan uzaklaşmasına yol açar.🔹 Özgül FobilerBelirli bir nesneye, duruma ya da canlıya karşı duyulan mantık dışı ve yoğun korkulardır (örneğin yükseklik, kapalı alan, örümcek, kan görmek vb.). Fobi, kişinin günlük işlevselliğini ciddi şekilde kısıtlayabilir.🔹 Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB)Zihni meşgul eden tekrarlayıcı düşünceler (obsesyonlar) ve bu düşünceleri bastırmak için yapılan zorlayıcı davranışlar (kompulsiyonlar) ile karakterizedir. Örneğin mikroplardan korkan bir kişi, defalarca el yıkamak zorunda hissedebilir.🔹 Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)Ciddi bir travma sonrası gelişir. Kişi, olayla ilgili flashback'ler, kabuslar, yoğun kaygı ve duygusal tepkiler yaşayabilir. Travma yaşayan birey, olaydan sonra aylarca hatta yıllarca etkilenmeye devam edebilir.2. Kaygı Bozukluklarının NedenleriKaygı bozuklukları çok boyutlu nedenlerle ortaya çıkabilir. Genetik mirastan yaşam deneyimlerine kadar birçok faktör bir araya gelerek bu bozuklukların gelişmesine zemin hazırlar.🧬 Biyolojik FaktörlerGenetik yatkınlık: Ailede kaygı bozukluğu öyküsü olan bireylerde risk artar.Beyin kimyası: Serotonin, dopamin ve GABA gibi nörotransmitterlerin dengesizliği kaygı düzeyini etkileyebilir.Beyin yapısı: Özellikle amigdala gibi duyguları işleyen bölgelerdeki yapısal farklar rol oynayabilir.🌪️ Çevresel ve Psikososyal EtkenlerTravmatik yaşantılar (istismar, kayıp, kazalar)Uzun süreli stresAile içi çatışmalarSosyal izolasyonYoğun baskı ve beklentiler🧠 Psikolojik ÖzelliklerAşırı sorumluluk hissiMükemmeliyetçilikDüşük özgüvenOlumsuz düşünce kalıpları3. Kaygı Bozukluklarının BelirtileriKaygı bozuklukları sadece zihinsel değil, bedensel belirtilerle de kendini gösterir. Kişi çoğu zaman yaşadığı fiziksel şikayetlerin kaynağının psikolojik olduğunu fark etmeyebilir.Psikolojik Belirtiler:Sürekli endişe ve kötü bir şey olacak hissiKötü senaryolar kurmaHuzursuzluk ve gerginlikOdaklanma zorluğuKontrol kaybı korkusuFiziksel Belirtiler:Kalp çarpıntısıTerleme ve titremeNefes darlığıBaş dönmesiKas gerginliğiMide bulantısı, sindirim sorunlarıUyku problemleri (uyuyamama, sık uyanma)4. Tedavi YöntemleriKaygı bozuklukları etkili yöntemlerle kontrol altına alınabilir ve büyük ölçüde tedavi edilebilir. Tedavi, kişiye özel olarak planlanmalı ve bir uzmanın rehberliğinde yürütülmelidir.🔹 PsikoterapiÖzellikle Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), kaygı bozukluklarında en etkili yöntemlerden biridir. BDT, kişinin olumsuz düşünce kalıplarını fark etmesini ve bunları yeniden yapılandırmasını sağlar.🔹 İlaç TedavisiKaygı semptomlarını azaltmak için antidepresanlar veya anksiyolitikler (kaygı giderici ilaçlar) kullanılabilir. İlaç tedavisi, genellikle psikoterapi ile birlikte yürütüldüğünde daha etkili sonuç verir.🔹 Yaşam Tarzı DüzenlemeleriDüzenli egzersiz: Endorfin salınımını artırarak ruh halini iyileştirir.Sağlıklı beslenme ve uyku: Ruhsal dayanıklılığı artırır.Stres yönetimi: Meditasyon, yoga, nefes egzersizleri gibi gevşeme teknikleri kaygıyı azaltabilir.Kafein ve alkol tüketiminin sınırlandırılması önemlidir.🔹 Destek Grupları ve Sosyal DestekBenzer sorunları yaşayan bireylerle deneyim paylaşımı, kişinin yalnız olmadığını hissetmesine yardımcı olur. Aile desteği ve anlayışı da iyileşme sürecinde kritik rol oynar.Son Söz: Kaygıyı Tanımak, Yönetmek ve İyileşmek MümkünKaygı bozukluğu, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir ruh sağlığı sorunudur. Her geçen gün daha fazla insan, bu durumla sessizce mücadele etmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki; kaygı, tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Erken tanı, doğru tedavi ve çevresel destekle bireyler daha dengeli, huzurlu ve üretken bir yaşama yeniden kavuşabilirler.Toplum olarak yapmamız gereken, bu rahatsızlıkları tabu olmaktan çıkarmak, ruh sağlığına dair açık ve destekleyici bir iletişim ortamı oluşturmaktır. “Sadece fiziksel değil, ruhsal sağlığın da değerlidir” diyebilen bir kültür, daha sağlıklı bireyler ve daha güçlü bir toplum demektir.Kaygınız sizi tanımlamaz. Yardım istemek güçsüzlük değil, cesarettir. Siz de kaygılarınızın üzerine giderek bir adım atın ve cesaretinizin nasıl büyüdüğünü farkedin.
Nuray ER 09.10.2025

Bipolar Bozukluk: Duyguların İki Ucunda Yaşamak

Her yıl 30 Mart, dünya genelinde Bipolar Bozukluk Farkındalık Günü olarak anılır. Bu özel günün tarihi, yalnızca bipolar bozukluğa dikkat çekmek için değil, aynı zamanda bu hastalıkla yaşamış ve sanat dünyasında çığır açmış bir isme ithafen seçilmiştir: Vincent van Gogh. 19. yüzyılın en önemli ressamlarından biri olan Van Gogh, yaşadığı duygu durum dalgalanmalarına rağmen (veya belki de bu dalgalanmalar sayesinde) ardında yüzlerce eser bırakmış, renkleriyle, çizgileriyle ve tutkusu ile adeta ruhunun iç dünyasını tuvale aktarmıştır.Peki, böylesine yaratıcı bir dehanın da etkisi altında kaldığı bipolar bozukluk nedir? Gelin, bu psikolojik rahatsızlığı daha yakından tanıyalım.Bipolar Bozukluk Nedir?Bipolar bozukluk, bir duygu durum bozukluğudur. Eski adıyla “manik depresif hastalık” olarak da bilinen bu durum, bireyin ruh halinin normalden çok daha fazla dalgalanmasına neden olur. Yani kişi yalnızca üzgün ya da mutlu hissetmekle kalmaz; zaman zaman taşkın bir neşeyle (manik dönem), zaman zaman ise derin bir karamsarlıkla (depresif dönem) mücadele eder.Bu ataklar bazen aylarca sürebileceği gibi, bazı bireylerde bir gün içinde bile değişkenlik gösterebilir. Atakların ne zaman geleceği ya da ne kadar süreceği kişiden kişiye farklılık gösterir, bu da hastalığın öngörülemez ve zorlayıcı yönlerinden biridir.Manik Dönem: Enerjinin TaşmasıBipolar bozukluğun en çarpıcı belirtileri, çoğu zaman manik dönemde ortaya çıkar. Bu dönem, bireyin normalden çok daha enerjik, coşkulu ve hatta taşkın bir hale bürünmesiyle karakterizedir.Manik dönemde görülebilecek belirtiler şunlardır:Aşırı neşe, özgüven ve taşkınlıkUyku ihtiyacının azalması (örneğin 2-3 saat uyuyarak yetinme)Hızlı ve durmaksızın konuşmaDüşüncelerin hızla akması (zihinsel taşkınlık)Riskli davranışlar (düşünmeden para harcama, hızlı araba kullanma, dürtüsel ilişkiler)Kolay öfkelenme ve tahammülsüzlükGerçeklikten kopma (ağır vakalarda psikotik belirtiler)Bu dönem bazı kişiler için yaratıcılığın doruk noktası olabilir. Van Gogh gibi birçok sanatçının, edebiyatçının ve bilim insanının bu tür ataklar sırasında önemli eserler verdiği düşünülmektedir. Ancak bu taşkınlık hali sürekli değildir; çoğu zaman bu yüksek enerjili dönem, yerini derin bir çöküşe bırakır.Depresyon Dönemi: Sessiz Bir ÇöküşManik dönemin ardından ya da bazen bağımsız olarak gelen depresif dönem, bireyin enerjisinin tükenmiş, umutlarının sönmüş ve hayatla bağlarının zayıflamış olduğu bir evredir.Depresif dönemde görülebilecek belirtiler:Sürekli üzgün, umutsuz ya da boşlukta hissetmeGünlük aktivitelerden zevk alamamaUykusuzluk ya da aşırı uyumaYorgunluk, halsizlik, motivasyon kaybıDeğersizlik, suçluluk ve kendine yönelik eleştirilerİntihar düşünceleri ya da girişimleriBu dönem, kişinin hem kendi hayatını hem de çevresindeki ilişkilerini ciddi şekilde etkileyebilir. İş kaybı, sosyal izolasyon ve aile içi çatışmalar gibi ikincil sorunlar da depresyonun etkisiyle daha da derinleşebilir.Bipolar Bozuklukla Yaşamak Mümkün mü?Evet, bipolar bozukluk ömür boyu süren bir hastalık olabilir. Ancak bu durum kişinin sağlıklı, üretken ve tatmin edici bir yaşam süremeyeceği anlamına gelmez. Doğru tanı, etkili bir tedavi planı, düzenli takip ve bireyin kendini tanıması ile atakların sıklığı ve şiddeti önemli ölçüde azaltılabilir.Tedavi yaklaşımları:İlaç tedavisi: Duygu durum düzenleyiciler, antidepresanlar ya da antipsikotikler gibi ilaçlarPsikoterapi: Bireysel terapi, aile terapisi ya da grup terapileriYaşam tarzı düzenlemeleri: Uyku düzeni, stres yönetimi, sağlıklı beslenme, alkol ve madde kullanımından kaçınmaSosyal destek: Aile, arkadaşlar ve destek gruplarıyla kurulan güçlü bağlarAyrıca bireyin, hastalığını kabullenmesi, tetikleyici durumları tanıması ve atak belirtilerini erkenden fark edebilmesi, bu süreçte oldukça önemlidir.Toplumsal Etiketleme ve DamgalanmaNe yazık ki bipolar bozukluk gibi ruhsal hastalıklar, toplumda hâlâ önyargı ve damgalanma ile karşılaşabiliyor. Oysa psikolojik rahatsızlıklar, tıpkı diyabet ya da tansiyon gibi tedavi edilebilir ve yönetilebilir sağlık sorunlarıdır.Bireyler, sadece bu hastalığa sahip oldukları için dışlanmamalı, küçümsenmemeli ya da işe alınmaktan mahrum bırakılmamalıdır. Toplumsal farkındalık arttıkça, hem hastaların yaşam kalitesi artacak hem de toplum daha şefkatli ve kapsayıcı hale gelecektir.Son Söz: Anlamak ve Yanında DurmakUnutmayalım ki, hiç kimse bir ruhsal rahatsızlıkla doğmayı ya da yaşamayı seçmez. Ancak bazı insanlar, hayat yolculuklarında bipolar bozukluk gibi karmaşık bir duygu durum hastalığı ile mücadele etmek zorunda kalabilirler. Onların bu mücadelesi, dışarıdan göründüğü kadar basit değildir; kimi zaman zihinsel bir fırtınayla, kimi zaman içsel bir sessizlikle, kimi zaman da her ikisinin arasında savruldukları bir belirsizlikle geçer.Bipolar bozukluk, sadece kişinin psikolojik sağlığını değil; ilişkilerini, iş yaşamını, sosyal çevresini ve hayata dair umutlarını da etkileyebilir. Ancak bu, o kişilerin “zayıf” olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bu hastalıkla yaşamaya devam eden bireyler çoğu zaman inanılmaz bir içsel güç ve direnç geliştirirler. Yaşadıkları her iniş ve çıkış, duygularının derinliği kadar yaşama tutunma çabalarının da bir göstergesidir.Bizler, bu insanlara yardımcı olabilmek için illa ki psikolog ya da doktor olmak zorunda değiliz. Empati kurmak, yargılamamak, onları oldukları gibi kabul etmek bile başlı başına iyileştirici bir adımdır. "Yanındayım" demek bazen ilaçtan daha etkili bir destek olabilir. Onların yaşadığı her duygu geçişini anlamak zorunda değiliz, ama saygı göstermek bizim elimizdedir.Toplum olarak yapmamız gereken en önemli şeylerden biri de, ruhsal hastalıkları damgalamaktan vazgeçmek ve bu bireylerin yalnız olmadığını hissettirmektir. Çünkü her birey sevgiye, anlayışa ve desteğe layıktır — ruhsal durumu ne olursa olsun. Ayrıca unutmayalım ki; bipolar bozukluğa sahip insanlar sadece “hasta” değil, aynı zamanda sanatçı, öğretmen, mühendis, ebeveyn, dost ya da komşudur. Onlar da hayatın tam içindedir ve üretmeye, sevmeye, katkı sunmaya devam ederler.Vincent van Gogh gibi insanlar bize sadece renkleri, ışığı ve sanatı öğretmekle kalmaz; aynı zamanda insan zihninin ne kadar karmaşık ama bir o kadar da etkileyici bir yapı olduğunu da gösterir. Belki de onun fırçasından dökülen o eşsiz resimlerin ardında, sadece sanat değil, bir çığlık, bir içsel yolculuk, bir anlam arayışı vardır.Bugün, 30 Mart Dünya Bipolar Günü vesilesiyle, sadece bir hastalığı tanımakla kalmayalım — aynı zamanda bu hastalıkla yaşayan insanların yanında durmayı da kendimize sorumluluk bilelim. Anlamaya çalışalım, kabullenelim ve en önemlisi: unutmayalım, yalnız değiller.Çünkü gerçek iyileşme, bazen bir teşhisle değil, bir “Ben seni görüyorum ve olduğun gibi kabul ediyorum” cümlesiyle başlar.🎗️ 30 Mart Dünya Bipolar Günü'nde, gelin hep birlikte daha fazla bilinçlenelim, anlayalım ve destek olalım.
Nuray ER 09.10.2025