1. Uzman
  2. Meryem SAMUR
  3. Blog Yazıları
  4. Travmanın Bilgeliği, Dijital Detoks, Storyler ve Müzikler

Travmanın Bilgeliği, Dijital Detoks, Storyler ve Müzikler

Travmanın Bilgeliği


Rahimdeyken yaşadığımız ilk deneyimler;

Kimliğimizi görme şeklimizi,

Diğer insanlara bakış şeklimizi,

Onlara güvenme derecemizi ve dünyadaki yerimizin şablonunu oluşturmaya yarar.’ diye başlıyor Travmanın Bilgeliği.


Gabor Mate emekli bir tıbbi doktor. 30 yılı aşkın bir süre bağımlılık ile çalışmış ve bunun sonuncunda şöyle bir çıkarım yaptığını söylüyor:

Neredeyse tüm hastalıkların, ruhsal hastalıkların, fiziksel rahatsızlıkların ardında aslında travma var.  Travmatik tepkilerimizin ve izlerimizin kendimizin olmadığını, bunların üstesinden gelebileceğimizi ve böylece kendimiz olabileceğimizi fark ettiğimizde travmadaki bilgeliği fark ederiz.


Pek çok insanla konuştuğumda çocukken yaşadığı travmatik deneyimleri sırtınızda taşıdığınız bir maymun gibi kendileri ile taşımakta olduklarını gördüm.

Travma nasıl başa çıkacağınızı bilmediğiniz kuvvetli bir tehdittir. Travma başınıza gelen kötü şeyler değildir. Başınıza gelen şey sonucu içinizde yaşadığınız şeylere travma denir.


Travma temel olarak benlikle bağlantı kopuşu demektir. Neden kendimizle bağlantımız kopar?

Çünkü kendimiz olmak acı verir. Ardından bu hayat boyu süren bir dinamik olur. Artık duygularımı kontrol etmeyi bilmiyorum. İncinmiş hissettiğim ilişkilerimde hemen geri çekiliyorum ve böylece nasıl uğraşacağımı bilmediğim o duygularla uğraşmıyorum. İçgüdüsel hislerim olduğu zaman bu hisleri takip etmiyorum. Kendime riskli durumlar yaratıyorum. 


Travmalar beynimizin gelişme şeklini etkilemekte. Nasıl tepki verdiğimiz, nasıl kendimizi düzenlediğimiz, stresle nasıl başa çıktığımız diğer insanlarla nasıl etkileşime girdiğimiz, ne kadar öngörü ve empatiye sahip olduğumuz beyinle alakalı bir durumdur. Mid-frontal korteksin bu işlevleri, travma tarafından sınırlandırılır ve daraltılır. Artık beynin çevre ile etkileşim içerisinde geliştiğini biliyoruz. Travma geçiren çocukların beyinleri, geçirmeyenlere göre farklı gözükür.  

Daha sonra hapishanede yapılan bir grup çemberi ve bağımlılıkları bulunan bir grupla terapiden örnekler veriliyor. Buradan çıkan sonuç travmaların sonucundaki duygularını görmezden gelip korunma içgüdüsü ile davranmanın nesilden nesile aktarılan bir özellik olduğu.


Acı olduğunda ve bunu paylaşacak kimse olmadığında ve çocuğun bununla başa çıkmak çok sınırlı kaynakları olduğunda çocuğun yaptığı şey kendisinden kopmaktır. Kendinizden koptuğunuzda ise kendiniz olmazsınız. Kendinizi kaybedersiniz. Travmadan konuşurken genelde başına kötü şeyler gelen birinden bahsederiz. Ancak travma tam olarak bu değildir. Travma, başınıza gelen kötü şey ile ilgili olmayabilir.


Yani çocuklar incindikleri için travma yaşamazlar. Çocuklar acıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar.


Dr. Gate bebeklerle fiziksel temasın öneminden bahsediyor sonrasında. Kuzey Amerika’da bebeklerin ağlamalarını görmezden gelerek uyumalarına yardımcı olmayı öğreten büyük bir düşünce okulu var.’ ,deyip bu düşüncenin çok yanlış olduğundan bahsediyor. Bebeklerin bağ kurmak için tutunmaya ihtiyacı vardır. Bir bebeğin ebeveynlerinin kucağında uyumasından daha doğal bir şey yoktur. Kendi bebeğinizi ağlamaya bırakacak kadar içgüdülerinize yabancılaşmayın diyor Dr. Gate. Çocuklar ilişkiye muhtaçtır.

Bağımlı kişilerle yaptığı bir grup terapisinde, kişilere neden madde kullandıklarını soruyor. Oradaki kişilerden gelen cevaplar; daha özgür hissettiğim için, daha canlı hissettirdiği için, tamamlandığım için ve özgüvenimi arttırdığı için oluyor. Dr. Gate:

-Bağımlılıklar kötü seçimlerin sonucudur denince öyle olmadığını biliyoruz. Bu aslında bir sorunun çözümü.

Bağımlılığın öncül sorun olmadığını anlayabilirsek ve bunun aslında travmaya bir cevap olduğunu görebilirsek bağımlılığı tedavi etme yolunun travma tedavisinden geçtiğini anlayabiliriz. Yani kişiyi buna iten yarayı bulmamız gerekir. Travmatize olmuş bireyin altında kendini hayatı boyunca ifade edememiş sağlıklı bir birey vardır. Kendini ifade edememiştir çünkü kendisini ifade edecek alan ona hiç sağlanmamıştır ve kendi özgün kişiliklerini destekleyecek ilişkiler sağlanmamıştır.


Pek çok kişide travmaya neden olacak sosyal bir yapı söz konusu. Bu pek çok kişi gerçeklerden kaçan bağımlılık yaratan davranışı teşvik eder. Bu iç eğilimler toplumun dışarıdan görünüşü ile aynı hizadadır. Bu durum genel hatları ile normal görülmeye başlar. Temelde mesaj şudur:


Dünyayı zihnimizde oluştururuz. Eğer dünyanın berbat bir yer olduğu bakış açısına sahipsem agresif, şüpheci ve rekabetçi olan bir dünyada yaşamam gerekir. Bu yüzden büyüklenmeci ve kurnaz olmam gerekir çünkü içinde yaşadığım dünya da böyle. Bu tarz insanlar toplumumuzda GÜÇ ile ödüllendiriliyor.

Travma sahibi bireyler çocukluklarındaki travmayı gördüklerinde ve etrafındaki insanları fark ettiklerinde gelişim olur. Ötekileştirme gider, insanlık devreye girer. Bu toplum olarak ulaşmamız gereken bir noktadır. Birbirimizi görmekle başlamalıyız. Ne yaşandığını görmeliyiz sorunumuz ne diye bakmamalıyız.


Gabor Gate 30’lu yaşlarında işkolik başarılı bir doktorken kendi travmasını fark ettiğini söylüyor.

-Neden işkolik bir doktordum? Çünkü bebekken aldığım mesaj; dünyanın beni istemediği mesajıydı. (Öncesinde bir yerde, annesinin Nazilerden kaçarken daha bebekken onu bir süre bir akrabasına bırakmak zorunda oluşundan bahsetmişti.) İstenmemek ile nasıl başa çıkarsınız? Kendini gerekli kılarsınız. Travmaya uğramışsanız ve sevilebilir olduğunuzu düşünmüyorsanız tıp fakültesine gidin. O zaman sizi hep isteyeceklerdir.’ diyerek bahsediyor kendi öyküsünden.

Travmatize olmuş kişiliğin altında, bu hayatta karşılığını bulamamış sağlıklı bir birey var. Bunu görürseniz o zaman travma bilgisine sahip olursunuz. Mesele travmayı iyileştirmek ya da olanlarla ilgili anılardan kurtulmak değil, tüm bu duygulara yer olması için o kişini zihnin genişlemesine yardımcı olmaktır.


Gabor gate’in eşinin sözleri ile bitiyor belgesel.

İkimiz için de manevi bir iş oldu ve ben bu ilişki içinde büyüdüm. İlişki içinde iyileştim ve hala iyileşiyorum. Bu benim için inanılmaz bir aşk hikayesi. Nasıl değiştiği gerçekten ilham olunası cinsten. Yaşlandıkça bir şekilde özgürleştik ve gençleştik.

Dr. Gate:

Travma ömür boyu süren bir bastırmayı, muazzam bir enerji harcamasını ve acıyı hissetmemeyi içerir. İyileştikçe aynı enerji hayatımızı ve anda kalmayı kolaylaştırır.


Dijital Detoks


Geçmişte haber almak/haberdar olmak bir lüks ve ayrıcalık olarak görülürken günümüz dünyasında sürekli temkinli olmamızı gerektiren bir hal aldı. Nenelerimizin günlük ilgi alanı kendi köyleri, hiç olmadı şehirleriyken, bizim haberdar olma özgürlüğümüz sınırsızlaştı.


Bu durum; bazı ruhların objektifliğini beslerken, bazı ruhların fanatizmini arttırdı. Haberdar olduklarımızı seçme özgürlüğümüzü sınırlandıran ise sosyal medyanın algoritmaları oldu.

Bu algoritmalar sürekli veri toplama halinde. Tıkladıklarınız, izledikleriniz, sadece bakıp geçtikleriniz; her ne hareketiniz varsa, sizi o mecrada daha fazla tutmak için veri depoluyor. Zamanla bu veriler akışınızı sizin ilgileneceğiniz şekilde çıkarmayı başarıyor. Komplo teorilerine inanan biri iseniz, o grupların çoğunlukta olduğuna sizi algoritma inandırabilir, aşı karşıtı iseniz savınızı destekleyecek bir çok bilgiye ulaşmanız çok kolaydır. Herkes inandığı ve inanmak istediği şeylerin güdümünde yürütür etkinliklerini. Biz fark etmeden bizi tarikatlaştıran, sosyal medya platformlarının algoritmalarıdır.


İşin bu tarafını bir pencere olarak açık bırakıp bir de şu açıdan yaklaşmak istiyorum:


Sosyal medya genel olarak insanların iyi ruh hallerini, gezdiklerini, gördüklerini, yediklerini, içtiklerini paylaştığı bir platform. Bir hesap açarken bunun farkında olarak açıyoruz ve ‘Güzel anılar biriktiriyorum.’ cümlesine çoğumuz aşinayızdır. Fakat diğer insanlardan çok fazla haberdar olmak ve kendimiz sıkıntılı bir haldeyken sürekli yiyen ve gezen insanların paylaşımlarını takip etmek sıkıntılı ruh haline bir de kıskançlık duygusunu ekleyebiliyor. Yok canım ne kıskançlığı; ‘gezsin görsün, yesin yarasın’ gibi savunmalar dilinize vursa da, içinizi bir süre dinlediğinizde; herkes geziyor sen evdesin, millet neler yiyor sen bir cafeye gidemedin. Şunun düğününe bak nasıl cafcaflı, ötekinin doğum günü kutlamasının organizasyonuna bak! Aa işte en özel evlilik teklifi bu olmalı!


Farkında olmadan, hayattaki beklentilerinizi sosyal medya şekillendirir hale geliyor. Sürprizli evlilik teklifiniz, deliler gibi eğlendiğiniz kına geceniz, bebeğinizin doğumunda süslü loğusa terlikleriniz ve her anı kayda alan bir fotoğrafçınız, çocuğunuz her doğum gününde ayrı bir konseptiniz olmazsa hayatınızı eksik kalacakmış gibi geliyor.

İnsanın bazen bu mecraları birkaç günlüğüne de olsa kapatıp habersiz kalma özgürlüğünü yaşaması gerekiyor. Diğerleri ne yapıyor bilmeden, kendinize ve gününüze odaklanarak vakit geçirmeniz, günün boş anlarında hemen elinizin sosyal mecralara gittiği zamanlara, birkaç günlüğüne ara verip; o zamanların nasıl değerlendirildiğine bakılması lazım.


Bu mecraların bir kullanım kılavuzu olsaydı şu maddeyi eklerdim:


‘’Beyninizin ve kalbinizin iyiliği için senenin 365 günü kullanmaktan kaçının.’’



Storyler ve Müzikler



Küçükken dizi izlerken arka fonda birden çıkan duygusal müziklere bayılırdım. Keşke, derdim biz yaşarken de böyle arkadan durumlara uygun müzikler çıksa. Uzaktan bir kamera çekse hayatımı. Üzüldüğümde ağlatmalı bir fon çalsa, neşeliyken kahkahalar patlasa derdim. Kendi hayatımın dizisini görecek olmak heyecanlandırırdı beni. İnstagram sağolsun. O zamanlar hayal ettiklerimi şimdi yaşıyorum.


Dün karın yağmasıyla birlikte mesela, storyler izledik. Herkes hikâyesini paylaştı kendince. Hikâyelerin olmazsa olmazı; mutluluk, çay ve kahveydi. Çayın ve kahvenin hayatımızın keyifli anlarında bize eşlik etmesi ve kalabalık güzellikler hatırlatması, İnstagram storylerinin baş rolü kılıyordu onları. Sonra herkes sevdiği müzikleri yerleştiriyordu hayatının arkasına. ‘’Sevdiğim müzikler, sevdiğim eşlikçiler ve sevdiğim anlarla, işte ben de buradayım arkadaşlarım!’’ diyorduk. Sosyalleşiyorduk.


Şimdi buradan ‘’Ah eskiler!’’ demeyeceğim. Yaşadığım çağın en iyi çağ, yaşadığım anın tek anım olduğunu düşünüp arkaya güzel bir müzik açacağım ve mutluluğumu paylaşacağım arkadaşlarımla. Çünkü sosyalleşerek mutlu oluyoruz, mutlu olmak için de sosyalleşiyoruz. Gerçeklerden kopmadığımız müddetçe ne zararı olsun. Yaşamı iyi ve kötüsüyle kabullendiğim gibi, iyi ve kötüsünü bilerek kullanıyorum instagramı. Zamanımın küçük bir kısmı olarak kalsın, mutluluk amacım olmasın yeter.

Yayınlanma: 27.12.2021 09:15

Son Güncelleme: 28.09.2022 19:24

Psikolog

Meryem

SAMUR

Psikolojik Danışman

(*)(*)(*)(*)(*)

Uzmanlıklar:

Kişilerarası İletişim Problemleri , Depresyon ve Mutsuzluk , Ölüm/Kriz ve Yas Süreci
Online TerapiOnline Ter...
süre 50 dk
ücret 750
Yüz Yüze TerapiY. Yüze Ter..
süre 60 dk
ücret 750
Yapay zeka ile, kişiselleştirilmiş destek:
Menta AI
Yapay zeka ile,
kişiselleştirilmiş destek: Menta AI

Şimdi indir, konuşmaya başla

App Store'dan İndirGoogle Play'den İndir
Bunları da sevebilirsiniz...

Kendine “Evet” Diyebilmek: Ruhsal Özgürlük.

Gerçekten kendi hayatını inşa edebilmek, herkesin beklentisini karşılamanın mümkün olmadığını kabul etmekle başlar. İnsanların onayını alma, memnun etme ya da herkes için “doğru” olanı yapma çabası, çoğu zaman kişinin kendi ihtiyaçlarını geri plana atmasına neden olur. Bir noktadan sonra fark ederiz ki, başkalarını mutlu etme uğruna kendimizi ihmal etmek, içsel bir yorgunluğun ve kaygının en temel nedenlerinden biridir. Çünkü insan, kendi iç dengesini kurmadan dış dünyada huzur bulamaz.Toplumda sıkça öğretilen “önce başkaları, sonra sen” anlayışı, uzun vadede tükenmişlik hissini besler. Oysa sağlıklı bir benlik yapısı, başkalarına rağmen değil, kendinle uyum içinde yaşadığında gelişir. Kendi duygularını fark etmek, sınırlarını korumak ve ihtiyaçlarını dile getirmek bencillik değil, duygusal olgunluğun bir göstergesidir. Her yetişkin, kendi duygularını yönetme sorumluluğunu taşır; bu nedenle bizim görevimiz başkalarının yükünü taşımak değil, kendi yolumuzu koruyabilmektir.Kaygı, isteksizlik, iç sıkıntısı ya da yorgunluk gibi hisler, çoğu zaman kendine gösterilmeyen özenin sessiz işaretleridir. Kendiyle teması kaybeden bir zihin, sürekli bir koşuşturma içinde nefes almadan yaşar. Günün sonunda bedensel olarak ayakta kalıyor olsak bile duygusal olarak tükenmiş hissederiz. Bu noktada durmak, fark etmek ve “ben ne istiyorum, neye ihtiyacım var?” diye sormak, iyileşmenin ilk adımıdır.Birçok kişi, çocukluk döneminde sevgiyle kabul edilmenin koşulunu “iyi” olmak, uyum sağlamak ya da başkalarının beklentilerini yerine getirmek olarak öğrenmiştir. Bu öğrenme biçimi yetişkinlikte de devam eder. İş yerinde, aile içinde veya ilişkilerde, kendi sınırlarımızı korumak yerine sessizce uyum sağlamayı seçeriz. Fakat içimizdeki küçük bir ses, bir süre sonra “ben ne zaman?” diye sormaya başlar. İşte o soru, kişinin kendine dönme cesaretini çağıran bir işarettir.Kendine dönmek; geçmişteki kalıpları, alışkanlıkları ve otomatik davranışları fark etmekle başlar. Bu farkındalık, genellikle rahatsız edici bir süreci de beraberinde getirir. Çünkü uzun yıllar boyunca kendini başkalarına göre tanımlamış biri, birden bire “ben kimim?” diye sorduğunda boşluk hissedebilir. Fakat bu boşluk, kaybolmuşluğun değil, yeniden inşa edebilmenin alanıdır. Her yeniden doğuş, önce bir duraklama ve sorgulamayla başlar.Kendini önemsemek, yalnızca kendine vakit ayırmak ya da dinlenmek anlamına gelmez; aynı zamanda duygusal ihtiyaçlarını ciddiye almak, kendi iç sesine güvenmeyi öğrenmektir. Gün içinde farkında olmadan verdiğimiz küçük kararlar bile, benliğimizin yönünü belirler. Sürekli “başkaları ne der?” kaygısıyla yaşadığımızda, içsel pusulamız başkalarının eline geçer. Oysa gerçek özgürlük, dış sesleri susturup kendi kalbimizin sesini duyabilmektir.Kimi zaman “hayır” diyebilmek, kendine gösterilen en büyük sevgi biçimidir. “Hayır” demek, bir reddetme değil; kendi sınırlarını ve değerlerini koruma eylemidir. Bu beceriyi kazanmak kolay değildir, çünkü çoğu zaman suçluluk duygusunu tetikler. Ancak unutulmamalıdır ki, her “hayır” bir “evet”e alan açar. Bir başkasına “hayır” dediğinde, aslında kendi ruhuna “evet” demiş olursun. Bu farkındalık, duygusal olarak dengeli bir yaşamın temelidir.Kendine dönme süreci yalnızca duygusal değil, bedensel olarak da fark edilir. Sürekli başkalarına yetişmeye çalışan biri, genellikle bedensel gerginlik, kas ağrıları, uykusuzluk ya da mide sorunları yaşar. Beden, zihnin taşıyamadığını sessizce dile getirir. Bu yüzden kendi iç dengesini kurmak, sadece psikolojik bir süreç değil; bütüncül bir iyilik halidir. Bedeni, zihni ve duyguları bir bütün olarak ele almak, kalıcı bir denge yaratmanın yoludur.Kendini fark etmek ve önemsemek, aynı zamanda öz-şefkat geliştirmek demektir. Öz-şefkat, kişinin kendine karşı nazik, sabırlı ve kabul edici bir tutum sergilemesidir. Hatalarını acımasızca eleştirmek yerine, insani yönünü anlamaya çalışmak anlamına gelir. Her insan zaman zaman hata yapar, eksik kalır, yanlış kararlar verir. Önemli olan, bu durumlarda kendine düşmanca değil, dostça yaklaşabilmektir. Çünkü içsel iyileşme, anlayışla başlar.Kendine dönmek aynı zamanda sessizliğe izin vermekle mümkündür. Modern yaşamın hızında durmak neredeyse bir lüks haline gelmiştir; ancak insan sessizliğe ihtiyaç duyar. Sessizlik, bir boşluk değil, yeniden doğuşun alanıdır. Günün birkaç dakikasında bile olsa, nefesini fark etmek, zihni susturmak ve sadece “burada” olmak, içsel bir denge yaratır. O anlarda hayatın hızından değil, özünden beslenmeye başlarız.Bu süreçte en önemli farkındalık, kimsenin bizim yerimize hayatımızı yaşamayacağıdır. Başkalarının düşünceleri, yönlendirmeleri ya da beklentileri geçicidir; fakat kendi seçimlerimizin sonuçları bize aittir. Bu nedenle, kendi değerlerini merkeze almak bir lüks değil, bir gerekliliktir. Kendi duygularını tanımak, sınırlarını fark etmek, ihtiyaçlarını dile getirmek — tümü yaşamın temel becerileridir.Kendine dönmek, yalnızca bir içe bakış değil, yaşamın her alanında daha otantik, dengeli ve huzurlu bir varoluş inşa etmektir. Kimi zaman bu süreçte eski alışkanlıkları bırakmak, ilişkilerde mesafe koymak veya uzun süredir bastırılan duygularla yüzleşmek gerekebilir. Bu kolay değildir, ama anlamlıdır. Çünkü gerçek değişim, konfor alanının ötesinde başlar.Sonuçta insan, kendini tanıdıkça başkalarıyla ilişkisini de dönüştürür. Kendiyle barışan biri, başkalarıyla daha açık, daha samimi ve daha dengeli ilişkiler kurabilir. Artık sevilmek için çabalamak yerine, olduğu haliyle kabul görmeyi seçer. Bu noktada yaşam daha hafifler; çünkü sürekli bir performans hâlinden, gerçek bir varoluş hâline geçilir.Kendine dönmenin cesareti, büyük adımlarla değil; farkındalıkla atılan küçük adımlarla gelişir. Her gün, kendi duygularını fark etmek, iç sesini dinlemek ve kendine nazik davranmak bu yolculuğun parçalarıdır. İnsan, kendine sahip çıktıkça yaşamın da ona sahip çıkmaya başladığını görür. Çünkü içsel denge, dış dünyanın karmaşasında kaybolmadan yaşamayı mümkün kılar.Gerçek huzur, herkesin seni anlamasında değil, senin kendini anlamanda gizlidir. Ve kendini anlamak, hayata yeniden anlam kazandırır. Başkalarının beklentilerini karşılamaya çalışırken kendini kaybettiğinde, aslında dünyayı değil, kendi merkezini kaçırırsın. Fakat her farkındalık anı, o merkeze geri dönmek için bir fırsattır.Kendine dönmek; geçmişten, kalıplardan ve koşullu sevgiden özgürleşmek demektir. Bu özgürlük, kimseye meydan okumak değil; kendi iç dünyanda huzurla var olabilmektir. Ve bu, insanın kendi hayatını gerçekten inşa edebilmesinin en derin, en sade biçimidir.

Kaygı Bozukluğu: Nedenleri, Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri

Kaygı Bozukluğu: Nedenleri, Belirtileri ve Tedavi YöntemleriModern çağın hızlı, rekabetçi ve belirsizliklerle dolu yapısı, birçok insanı fiziksel olarak olduğu kadar psikolojik olarak da zorlamaktadır. Teknolojiyle birlikte hayatımız kolaylaşsa da, zihinsel yüklerimiz artmakta; ekonomik kaygılar, toplumsal beklentiler ve bireysel sorumluluklar altında ezilmek, giderek yaygınlaşan bir sorun haline gelmektedir.Bu karmaşık ortamda en sık karşılaşılan ruh sağlığı problemlerinden biri olan kaygı bozukluğu (anksiyete bozukluğu), kişinin yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyebilir. Oysa çoğu kişi yaşadığı bu sorunları fark etmez ya da dile getirmez. Kaygı, belli bir düzeyde hepimiz için doğal ve hatta koruyucu bir duygudur. Ancak bu duygu sürekli hale gelir, aşırıya kaçar ve günlük yaşamın önüne geçerse, artık bir rahatsızlık olarak ele alınması gerekir.Bu yazıda kaygı bozukluğunu daha yakından tanıyacak; türleri, nedenleri, belirtileri ve tedavi yöntemleri üzerine derinlemesine bilgi bulacaksınız. Haydi başlayalım;1. Kaygı Bozukluğunun TürleriKaygı bozukluğu tek tip bir hastalık değildir; farklı biçimlerde ortaya çıkan ve her biri ayrı dinamikler barındıran çeşitli alt türleri vardır. Bu türlerin anlaşılması, doğru teşhis ve etkili tedavi açısından kritik öneme sahiptir.🔹 Genel Anksiyete Bozukluğu (GAB)Kişinin sürekli ve aşırı endişe duymasıyla karakterizedir. Endişe belirli bir konuya odaklı değildir; günlük hayatla ilgili birçok konuya yayılmıştır (sağlık, gelecek, maddi durum, sevdiklerinin güvenliği gibi). Bu durum genellikle kontrol edilemez niteliktedir ve en az 6 ay süreyle devam eder.🔹 Panik BozuklukAniden ortaya çıkan, yoğun korku ataklarıyla tanımlanır. Panik atak sırasında kişi kalp çarpıntısı, terleme, nefes darlığı, titreme gibi bedensel belirtiler yaşar ve genellikle kalp krizi geçirdiğini ya da öleceğini düşünür.🔹 Sosyal Anksiyete Bozukluğu (Sosyal Fobi)Kişi, sosyal ortamlarda olumsuz değerlendirilme korkusu yaşar. Kalabalık önünde konuşma, yeni insanlarla tanışma ya da yemek yeme gibi günlük durumlar büyük kaygılara neden olabilir. Bu kaygı, çoğu zaman kişinin sosyal hayattan uzaklaşmasına yol açar.🔹 Özgül FobilerBelirli bir nesneye, duruma ya da canlıya karşı duyulan mantık dışı ve yoğun korkulardır (örneğin yükseklik, kapalı alan, örümcek, kan görmek vb.). Fobi, kişinin günlük işlevselliğini ciddi şekilde kısıtlayabilir.🔹 Obsesif-Kompulsif Bozukluk (OKB)Zihni meşgul eden tekrarlayıcı düşünceler (obsesyonlar) ve bu düşünceleri bastırmak için yapılan zorlayıcı davranışlar (kompulsiyonlar) ile karakterizedir. Örneğin mikroplardan korkan bir kişi, defalarca el yıkamak zorunda hissedebilir.🔹 Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)Ciddi bir travma sonrası gelişir. Kişi, olayla ilgili flashback'ler, kabuslar, yoğun kaygı ve duygusal tepkiler yaşayabilir. Travma yaşayan birey, olaydan sonra aylarca hatta yıllarca etkilenmeye devam edebilir.2. Kaygı Bozukluklarının NedenleriKaygı bozuklukları çok boyutlu nedenlerle ortaya çıkabilir. Genetik mirastan yaşam deneyimlerine kadar birçok faktör bir araya gelerek bu bozuklukların gelişmesine zemin hazırlar.🧬 Biyolojik FaktörlerGenetik yatkınlık: Ailede kaygı bozukluğu öyküsü olan bireylerde risk artar.Beyin kimyası: Serotonin, dopamin ve GABA gibi nörotransmitterlerin dengesizliği kaygı düzeyini etkileyebilir.Beyin yapısı: Özellikle amigdala gibi duyguları işleyen bölgelerdeki yapısal farklar rol oynayabilir.🌪️ Çevresel ve Psikososyal EtkenlerTravmatik yaşantılar (istismar, kayıp, kazalar)Uzun süreli stresAile içi çatışmalarSosyal izolasyonYoğun baskı ve beklentiler🧠 Psikolojik ÖzelliklerAşırı sorumluluk hissiMükemmeliyetçilikDüşük özgüvenOlumsuz düşünce kalıpları3. Kaygı Bozukluklarının BelirtileriKaygı bozuklukları sadece zihinsel değil, bedensel belirtilerle de kendini gösterir. Kişi çoğu zaman yaşadığı fiziksel şikayetlerin kaynağının psikolojik olduğunu fark etmeyebilir.Psikolojik Belirtiler:Sürekli endişe ve kötü bir şey olacak hissiKötü senaryolar kurmaHuzursuzluk ve gerginlikOdaklanma zorluğuKontrol kaybı korkusuFiziksel Belirtiler:Kalp çarpıntısıTerleme ve titremeNefes darlığıBaş dönmesiKas gerginliğiMide bulantısı, sindirim sorunlarıUyku problemleri (uyuyamama, sık uyanma)4. Tedavi YöntemleriKaygı bozuklukları etkili yöntemlerle kontrol altına alınabilir ve büyük ölçüde tedavi edilebilir. Tedavi, kişiye özel olarak planlanmalı ve bir uzmanın rehberliğinde yürütülmelidir.🔹 PsikoterapiÖzellikle Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), kaygı bozukluklarında en etkili yöntemlerden biridir. BDT, kişinin olumsuz düşünce kalıplarını fark etmesini ve bunları yeniden yapılandırmasını sağlar.🔹 İlaç TedavisiKaygı semptomlarını azaltmak için antidepresanlar veya anksiyolitikler (kaygı giderici ilaçlar) kullanılabilir. İlaç tedavisi, genellikle psikoterapi ile birlikte yürütüldüğünde daha etkili sonuç verir.🔹 Yaşam Tarzı DüzenlemeleriDüzenli egzersiz: Endorfin salınımını artırarak ruh halini iyileştirir.Sağlıklı beslenme ve uyku: Ruhsal dayanıklılığı artırır.Stres yönetimi: Meditasyon, yoga, nefes egzersizleri gibi gevşeme teknikleri kaygıyı azaltabilir.Kafein ve alkol tüketiminin sınırlandırılması önemlidir.🔹 Destek Grupları ve Sosyal DestekBenzer sorunları yaşayan bireylerle deneyim paylaşımı, kişinin yalnız olmadığını hissetmesine yardımcı olur. Aile desteği ve anlayışı da iyileşme sürecinde kritik rol oynar.Son Söz: Kaygıyı Tanımak, Yönetmek ve İyileşmek MümkünKaygı bozukluğu, yalnızca bireysel değil, toplumsal bir ruh sağlığı sorunudur. Her geçen gün daha fazla insan, bu durumla sessizce mücadele etmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki; kaygı, tedavi edilebilen bir rahatsızlıktır. Erken tanı, doğru tedavi ve çevresel destekle bireyler daha dengeli, huzurlu ve üretken bir yaşama yeniden kavuşabilirler.Toplum olarak yapmamız gereken, bu rahatsızlıkları tabu olmaktan çıkarmak, ruh sağlığına dair açık ve destekleyici bir iletişim ortamı oluşturmaktır. “Sadece fiziksel değil, ruhsal sağlığın da değerlidir” diyebilen bir kültür, daha sağlıklı bireyler ve daha güçlü bir toplum demektir.Kaygınız sizi tanımlamaz. Yardım istemek güçsüzlük değil, cesarettir. Siz de kaygılarınızın üzerine giderek bir adım atın ve cesaretinizin nasıl büyüdüğünü farkedin.
Nuray ER 09.10.2025

Bipolar Bozukluk: Duyguların İki Ucunda Yaşamak

Her yıl 30 Mart, dünya genelinde Bipolar Bozukluk Farkındalık Günü olarak anılır. Bu özel günün tarihi, yalnızca bipolar bozukluğa dikkat çekmek için değil, aynı zamanda bu hastalıkla yaşamış ve sanat dünyasında çığır açmış bir isme ithafen seçilmiştir: Vincent van Gogh. 19. yüzyılın en önemli ressamlarından biri olan Van Gogh, yaşadığı duygu durum dalgalanmalarına rağmen (veya belki de bu dalgalanmalar sayesinde) ardında yüzlerce eser bırakmış, renkleriyle, çizgileriyle ve tutkusu ile adeta ruhunun iç dünyasını tuvale aktarmıştır.Peki, böylesine yaratıcı bir dehanın da etkisi altında kaldığı bipolar bozukluk nedir? Gelin, bu psikolojik rahatsızlığı daha yakından tanıyalım.Bipolar Bozukluk Nedir?Bipolar bozukluk, bir duygu durum bozukluğudur. Eski adıyla “manik depresif hastalık” olarak da bilinen bu durum, bireyin ruh halinin normalden çok daha fazla dalgalanmasına neden olur. Yani kişi yalnızca üzgün ya da mutlu hissetmekle kalmaz; zaman zaman taşkın bir neşeyle (manik dönem), zaman zaman ise derin bir karamsarlıkla (depresif dönem) mücadele eder.Bu ataklar bazen aylarca sürebileceği gibi, bazı bireylerde bir gün içinde bile değişkenlik gösterebilir. Atakların ne zaman geleceği ya da ne kadar süreceği kişiden kişiye farklılık gösterir, bu da hastalığın öngörülemez ve zorlayıcı yönlerinden biridir.Manik Dönem: Enerjinin TaşmasıBipolar bozukluğun en çarpıcı belirtileri, çoğu zaman manik dönemde ortaya çıkar. Bu dönem, bireyin normalden çok daha enerjik, coşkulu ve hatta taşkın bir hale bürünmesiyle karakterizedir.Manik dönemde görülebilecek belirtiler şunlardır:Aşırı neşe, özgüven ve taşkınlıkUyku ihtiyacının azalması (örneğin 2-3 saat uyuyarak yetinme)Hızlı ve durmaksızın konuşmaDüşüncelerin hızla akması (zihinsel taşkınlık)Riskli davranışlar (düşünmeden para harcama, hızlı araba kullanma, dürtüsel ilişkiler)Kolay öfkelenme ve tahammülsüzlükGerçeklikten kopma (ağır vakalarda psikotik belirtiler)Bu dönem bazı kişiler için yaratıcılığın doruk noktası olabilir. Van Gogh gibi birçok sanatçının, edebiyatçının ve bilim insanının bu tür ataklar sırasında önemli eserler verdiği düşünülmektedir. Ancak bu taşkınlık hali sürekli değildir; çoğu zaman bu yüksek enerjili dönem, yerini derin bir çöküşe bırakır.Depresyon Dönemi: Sessiz Bir ÇöküşManik dönemin ardından ya da bazen bağımsız olarak gelen depresif dönem, bireyin enerjisinin tükenmiş, umutlarının sönmüş ve hayatla bağlarının zayıflamış olduğu bir evredir.Depresif dönemde görülebilecek belirtiler:Sürekli üzgün, umutsuz ya da boşlukta hissetmeGünlük aktivitelerden zevk alamamaUykusuzluk ya da aşırı uyumaYorgunluk, halsizlik, motivasyon kaybıDeğersizlik, suçluluk ve kendine yönelik eleştirilerİntihar düşünceleri ya da girişimleriBu dönem, kişinin hem kendi hayatını hem de çevresindeki ilişkilerini ciddi şekilde etkileyebilir. İş kaybı, sosyal izolasyon ve aile içi çatışmalar gibi ikincil sorunlar da depresyonun etkisiyle daha da derinleşebilir.Bipolar Bozuklukla Yaşamak Mümkün mü?Evet, bipolar bozukluk ömür boyu süren bir hastalık olabilir. Ancak bu durum kişinin sağlıklı, üretken ve tatmin edici bir yaşam süremeyeceği anlamına gelmez. Doğru tanı, etkili bir tedavi planı, düzenli takip ve bireyin kendini tanıması ile atakların sıklığı ve şiddeti önemli ölçüde azaltılabilir.Tedavi yaklaşımları:İlaç tedavisi: Duygu durum düzenleyiciler, antidepresanlar ya da antipsikotikler gibi ilaçlarPsikoterapi: Bireysel terapi, aile terapisi ya da grup terapileriYaşam tarzı düzenlemeleri: Uyku düzeni, stres yönetimi, sağlıklı beslenme, alkol ve madde kullanımından kaçınmaSosyal destek: Aile, arkadaşlar ve destek gruplarıyla kurulan güçlü bağlarAyrıca bireyin, hastalığını kabullenmesi, tetikleyici durumları tanıması ve atak belirtilerini erkenden fark edebilmesi, bu süreçte oldukça önemlidir.Toplumsal Etiketleme ve DamgalanmaNe yazık ki bipolar bozukluk gibi ruhsal hastalıklar, toplumda hâlâ önyargı ve damgalanma ile karşılaşabiliyor. Oysa psikolojik rahatsızlıklar, tıpkı diyabet ya da tansiyon gibi tedavi edilebilir ve yönetilebilir sağlık sorunlarıdır.Bireyler, sadece bu hastalığa sahip oldukları için dışlanmamalı, küçümsenmemeli ya da işe alınmaktan mahrum bırakılmamalıdır. Toplumsal farkındalık arttıkça, hem hastaların yaşam kalitesi artacak hem de toplum daha şefkatli ve kapsayıcı hale gelecektir.Son Söz: Anlamak ve Yanında DurmakUnutmayalım ki, hiç kimse bir ruhsal rahatsızlıkla doğmayı ya da yaşamayı seçmez. Ancak bazı insanlar, hayat yolculuklarında bipolar bozukluk gibi karmaşık bir duygu durum hastalığı ile mücadele etmek zorunda kalabilirler. Onların bu mücadelesi, dışarıdan göründüğü kadar basit değildir; kimi zaman zihinsel bir fırtınayla, kimi zaman içsel bir sessizlikle, kimi zaman da her ikisinin arasında savruldukları bir belirsizlikle geçer.Bipolar bozukluk, sadece kişinin psikolojik sağlığını değil; ilişkilerini, iş yaşamını, sosyal çevresini ve hayata dair umutlarını da etkileyebilir. Ancak bu, o kişilerin “zayıf” olduğu anlamına gelmez. Tam tersine, bu hastalıkla yaşamaya devam eden bireyler çoğu zaman inanılmaz bir içsel güç ve direnç geliştirirler. Yaşadıkları her iniş ve çıkış, duygularının derinliği kadar yaşama tutunma çabalarının da bir göstergesidir.Bizler, bu insanlara yardımcı olabilmek için illa ki psikolog ya da doktor olmak zorunda değiliz. Empati kurmak, yargılamamak, onları oldukları gibi kabul etmek bile başlı başına iyileştirici bir adımdır. "Yanındayım" demek bazen ilaçtan daha etkili bir destek olabilir. Onların yaşadığı her duygu geçişini anlamak zorunda değiliz, ama saygı göstermek bizim elimizdedir.Toplum olarak yapmamız gereken en önemli şeylerden biri de, ruhsal hastalıkları damgalamaktan vazgeçmek ve bu bireylerin yalnız olmadığını hissettirmektir. Çünkü her birey sevgiye, anlayışa ve desteğe layıktır — ruhsal durumu ne olursa olsun. Ayrıca unutmayalım ki; bipolar bozukluğa sahip insanlar sadece “hasta” değil, aynı zamanda sanatçı, öğretmen, mühendis, ebeveyn, dost ya da komşudur. Onlar da hayatın tam içindedir ve üretmeye, sevmeye, katkı sunmaya devam ederler.Vincent van Gogh gibi insanlar bize sadece renkleri, ışığı ve sanatı öğretmekle kalmaz; aynı zamanda insan zihninin ne kadar karmaşık ama bir o kadar da etkileyici bir yapı olduğunu da gösterir. Belki de onun fırçasından dökülen o eşsiz resimlerin ardında, sadece sanat değil, bir çığlık, bir içsel yolculuk, bir anlam arayışı vardır.Bugün, 30 Mart Dünya Bipolar Günü vesilesiyle, sadece bir hastalığı tanımakla kalmayalım — aynı zamanda bu hastalıkla yaşayan insanların yanında durmayı da kendimize sorumluluk bilelim. Anlamaya çalışalım, kabullenelim ve en önemlisi: unutmayalım, yalnız değiller.Çünkü gerçek iyileşme, bazen bir teşhisle değil, bir “Ben seni görüyorum ve olduğun gibi kabul ediyorum” cümlesiyle başlar.🎗️ 30 Mart Dünya Bipolar Günü'nde, gelin hep birlikte daha fazla bilinçlenelim, anlayalım ve destek olalım.
Nuray ER 09.10.2025