İÇİMDEKİ BEN
Yaşamımızın çeşitli dönemlerinde kendimizi tanımaya daha fazla ihtiyaç duyup (özellikle ergenlik ile diğer yaş geçiş dönemleri ve sorunlarımızla başa çıkamaz duruma geldiğimiz, çıkış ve çözüm yolları aradığımız bazı kriz durumlarında) “Ben kimim?” “Neden böyle davranıyorum?” “Beni ben yapanlar neler?” gibi sorular zihnimizi tırmalar ama cevabını bulmak hiç de kolay olmaz.
Çoğunlukla diğerlerini tanımlamakta zorlanmaz, rahatlıkla onların kişiliği üzerine yorumlar, eleştiriler, öngörüler sıralayabilirken; kendimizi tanımlamakta oldukça zorlanırız. Başkalarını tanımak akıllı olmayı yani doğru gözlem, değerlendirme ve yorum yapabilmeyi gerektirir. Ancak kişinin kendini tanıması için daha büyük meziyetlere sahip olması gerekir.
Başkalarının düşüncesini, gizlerini, sorunlarını bilme arzumuz aslında kendimizi bilmeyişimizden ya da bilmek istemeyip, kendimizden kaçmamızdan kaynaklanır. Çevremizdeki sorunları çözümlemek, daha yaşanılır bir dünya yaratmak için hep diğerlerini değiştirmeyi düşünür ve bunu savunuruz ama çoğumuz değişime önce kendimizden başlamamız gerektiğini düşünmeyiz. Çünkü diğerlerinin değişmesini istemek; savunma mekanizmalarımızı kırıp, kendimizle yüzleşmekten, eksiklerimizin ve hatalarımızın farkına varmaktan daha kolaydır.
Yaşamdaki temel amacımız mutlu olmaktır. Ve en büyük mücadelemizi de mutluluğu yakalamak için veririz. Savunma mekanizmalarımızın desteğiyle oluşturduğumuz suni benliğimize sarılıp, ona sığınarak ve kendimizi diğerlerine bu benlik çerçevesinden tanıtarak; zayıflık, ihtiyaç ve çatışmalarımızı bastırıp yok farz ederek mutlu olmaya çalışır ya da mutluluğu uzaklarda, hiç ulaşamayacağımız farklı şeylerde arayıp dururuz. Oysa ki gerçek mutluluk; ne çok uzaklarda aranacak, ne de büyük savaşlar sonucunda ulaşılabilecek bir şey değildir. Başkalarının davranışlarına değil, sadece bize bağlı olup, ilk adımı kendini tanıma ve bilme isteğinden oluşan bir sürecin sonucudur.
Yaşamın temel amacına ulaşmak için kendimizden, içimizin derinliklerinden yola çıkmalıyız. Kendimizi tanımaya çalışırken belirli durum ve olgular karşısındaki duygu, düşünce, davranışlarımızla diğerlerinden aldığımız geribildirimleri dayanak alırız. Ancak bilinç düzeyindeki bu değerlendirme ve yorumlarımız; içinde bulunduğumuz duygu durumunu ve davranışlarımızın nedenlerini çözümlemekte her zaman yeterli olmaz. Çünkü kendimizle ilgili herşey sadece bilincimizde değildir. Beyin hücrelerimizin ancak %28’lik bir kısmını oluşturan, üst beyin ya da korteks dediğimiz kısmı bilincimizi oluşturur. Bu sayede düşünür, felsefe yapar, diğer insanlarla iletişime geçer, okur, meslek edinip para kazanırız. Zekamızın ölçülebildiği, IQ dediğimiz bölümüdür. Oysa beyin hücrelerinin %72’lik kısmını oluşturan alt beyin dediğimiz çok daha büyük bir hazinemiz var. Burası tüm duygularımızın ve içgüdülerimizin kaynağı olup refleksif olarak iç organlarımızın çalışmasını sağlar. RNA yoluyla atalarımızdan gelen bilgi şifrelerini depolar. Beynimizin EQ (duygusal zeka) diye tanımlanan bölgesidir. İnsanlık tarihinin ne kadar eskilere dayandığı ve tek bir RNA molekülünün 20 milyon bilgi çipi taşıdığını düşünürsek alt beynimizin nasıl bir hazine olduğunu çok daha iyi anlayabiliriz. Bu hazineye ulaşabilmemiz, gerçek kendimize ulaşmamızdır.
Bilinçaltı, bilincimizdeki her şeyin kaynağı ve kökeni, geri planda daima bizim için düşünen içimizdeki sesimiz, gerçek kişiliğimizdir. Unutmak istediklerimizi, yok farz etmeye çalıştıklarımızı attığımız bir çöp kutusu değil gerçek özümüzdür.
Bilinçaltını tanımak için yapabileceğimiz en iyi şey bilinçlenmek, bilinçlenmek için yapabileceğimiz en iyi şey ise bilinçaltını tanımak yani karakutuyu açmak, incelemeye almaktır.
Bilinçaltı yalnızca unutmak üzere gömdüğümüz içsel kötülüklerimizin, zayıflıklarımızın bulunduğu yer değil, tüm hatıralarımızın ve duygularımızın ikamet ettiği, özlerimizin bulunduğu yerdir. Gerçek bize ulaşmak için bilinçaltını araştırmak zorundayız. Kendimizi ve diğerlerini kısaca insanoğlunu anlamanın en önemli ve temel yolu budur.
Bilinçaltı olmasaydı yaşamın anlamı sadece gözle gördüğümüz şeylerle sınırlı kalır, herşeyi sadece beş duyumuzun olanakları kadar algılardık. Takıntılarımız, içsel çatışmalarımız, bir türlü anlamlandıramadığımız sıkıntı ve sorunlarımız da olmazdı tabii. Psikolojik sorunlarımız olmadığı için psikolog ve psikiyatristlere de ihtiyaç duyulmaz, bu bilim dalları da varolmazdı. İçgüdülerimiz ve dürtülerimizle hareket eder, sığ ve yalın bir yaşam sürerdik. Tıpkı dünyamızdaki diğer canlı varlıklar gibi. Kısıtlar ve sınırlar içinde hareket edip, sadece mevcut olanakları kullanan, yaratmadan, üretmeden ve gelişmeden; doğar, yaşar sonra da ardımızda hiçbir eser, iz bırakmadan ölüp giderdik...
Henüz ana rahminde bulunduğumuz günlerden itibaren beynimiz bilgiyi algılar, işler ve kayıt eder. Bir anlamda bir bilgisayar gibi. Ancak üretilmiş mevcut bilgisayarların hepsinden çok daha kapsamlı, çapraşık, hızlı ve işlevsel. Bilgisayara bir bilgi girip, sonra bunu kullanmak istediğimizde kayıt ettiğimiz dosya ve klasörü açmamız yeterlidir. Artık bu bilgiye ihtiyaç duymayacağımızı düşünüp sildiğimiz zaman da bir daha ona ulaşamayız. Ancak bilgiler beynimize henüz çözümleyemediğimiz farklı kod ve şifrelerle kayıt edilir. İhtiyaç duyduğumuzda hızlı bir şekilde açılır ve işleme konur. Beyin müthiş bir bilgi yöneticisidir ve mükemmel bir dosyalama sistemine sahiptir. Sık kullandığımız bilgiler kolay ulaşılabilir bölgelerde muhafaza edilirken; sık kullanmadığımız, unutmak istediğimiz şeyler ise bilinçli düşünme ve çabayla hatırlanamayacak kadar derinlerde arşivlenir.
Tüm bu kayıtların arasına bir sınır çizip çizginin bir tarafına bilinç diğer tarafına bilinçaltı diyemiyoruz. Çünkü bilinç ve bilinçaltı çoğu yerde iç içe geçmiştir ve sürekli olarak birbirlerini etkilerler. Bu etkileşim sonucunda duygu, düşünce ve davranışlarımız oluşur. Her ikisi birlikte yaşantımızı etkileyip, yönlendirmekle birlikte bilinçaltının gücü ve etkinliği sahip olduğu hücre sayısıyla orantılı olarak daha fazladır. Yani çoğu zaman yaşamımızın kontrolünde ipler içimizdeki benin elindedir. Bilinçaltımızdaki duygular davranışa dönüşerek yaşamımızı etkilerken, önemli yaşam olayları da bilinçaltımızda yer edinir. Önemli olan tüm kontrolün bilinçaltının eline geçmesine fırsat vermemek, yaşamımızın kontrolünde bilinç düzeyinin etkisini artırabilmek, yaşamdaki olayların bizi nasıl ve ne derece etkilediğinin farkında olabilmektir. Çünkü yaşamın kontrolünün tamamıyla bilinçaltının eline geçmesi, psikozların yani psikotik hastalık durumlarının oluşması demektir.
Doğduğumuzda sadece içgüdülerimiz ve bilinçaltımız vardır. Yaşamın ilk aylarında tüm tutum ve davranışlarımızı bunlar yönlendirir. Bebek için evrenin merkezi sadece kendisidir, kendi ihtiyaç ve isteklerinin karşılanmasından daha önemli bir şey yoktur. Zamanla dış dünyayı ve çevresindekileri algılamaya başlayarak yeni bilgiler kaydetmeye, diğerlerinin (anne, baba ve yakın çevrenin) kendinden farklı varlıklar olduğunu farketmeye, deneme ve taklit yoluyla öğrenmeye başladıkça beynin korteks dediğimiz bölümü yani bilinç oluşmaya ve gelişmeye başlar. İnsanoğlunun her anlamdaki değişim ve gelişimi doğumdan ölüme kesintisiz olarak devam etmesine karşın en az değişen şey bilinçaltının yapısal özellikleridir.
Bebek doğduktan sonra belirli bir süre boyunca istek ve ihtiyaçlarının karşılanması için içgüdüsel olarak ağlamaktan ve çoğu zaman anlamlandıramadığımız sesler çıkarmaktan başka bir dil bilmez. Tıpkı dilin keşfinden önceki devirlerde ilk insanlar gibi. Zamanla korteksin gelişmesiyle bu sembolik dilin yerini sözel dil alır. İlişkilerimizi bu sözel dille kurar, yaşamımızı bununla yapılandırırız. Ancak bilinçaltı insanlığın en eski dili olan bu sembolik dili kullanmaya devam eder, rüyalarımızda bize resimler çizerek bizimle iletişim kurmaya çalışır. Tıpkı ilkel mağara adamının duvarlara resimler çizerek mesaj vermeye çalışması gibi. Psikolojik sorun ve hastalıklarda ortaya çıkan semptomlar da bilinçaltının sembolik dille ifadeleridir. Tüm psikolojik sorunlar zihnin bilinçaltı tabakasında oluşur veya ilk kaynakları bilinçaltıdır. Bu durumlarda kişinin kendi kendine yaptığı bilinçli çabalar ve çevresinin yardıma yönelik iyiniyetli tutumları genellikle sorunları çözmekte yetersiz kaldığı gibi daha da kötüye götürebilir. İşte bu nedenle uzman desteği almak önemlidir.
Karakutuyu Açmak; Bilinçaltına Yolculuğun Araçları:
Bu yolculuk için en etkin ve güvenli yol, uzman bir terapist eşliğinde yapılan yolculuk yani psikoterapi sürecidir. Bu süreçte terapist, uzmanlık alanına göre serbest çağrışım, rüya analizi, hipnoterapi (hipnoz), psikodrama yöntemleri gibi araçları kullanarak karakutuyu açmaya ve bilinçaltının içeriği ortaya çıkarmaya çalışır.
Eğer herhangi bir psikolojik sorununuz (depresyon, panik atak, fobiler ve diğer nevrotik rahatsızlıklar gibi) yok ve sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak için “İçinizdeki Ben” e ulaşmak istiyorsanız, kendi kendinize gerçekleştirebileceğiniz ve bilinçaltınız hakkında ipuçları yakalayabileceğiniz bazı pratikleri uygulayabilirsiniz.
- Bunlardan en önemlisi “Konsantrasyon” çalışmalarıdır. Konsantre olmak bilinçaltını, kara kutunuzu açmaya yardımcı sihirli bir anahtardır. Bunun niçin nefes egzersizleri, yoga ve meditasyon çalışmaları yararlı olur. Konsantre olduğumuzda istediğimiz önemli duygu ve düşüncelerimizi bilinçaltına gönderip, onu etkileyebilir ve oradakilerin de bilinç düzeyine yükselmesini kolaylaştırırız.
- Çok kızdığınız anları ve en sevdiğiniz şeyin ellinizden alındığı ya da çok istediğiniz bir şeye sahip olmanızın engellendiği durumlarda nasıl davrandığınız, ne konuştuğunuz konusunda sizi iyi tanıyan birinden geribildirim alın. Çünkü bu durumlardaki tutum ve konuşmalarınız genellikle bilinçaltı içeriklerdir.
- Bazen derin düşüncelere dalıp adeta içinizdeki diğer ben ile konuştuğunuzu fark edersiniz. Bu konuşmalarınızı unutmadan kaydetmeye, not almaya çalışın. Çünkü o sizin bilinçaltınızdır. Bu konuşmalar bilinçaltınız hakkında önemli ip uçları verir.
- Konuşmalarınızda sık sık kullandığınız kelimeler bilinçaltınız hakkında fikir verir.
- Geçmişte yaşadığınız önemli bazı olaylarla, şu anda ki duygu, düşünce ve davranışlarınız arasındaki bağlar, benzerlik ve ilişkiler bilinçaltının önemli oranda içeriğini oluştururlar.
- Monoton işler yaparken bilinçaltına birkaç adım daha yaklaşırız. Bilinçaltının derinliklerindeki bir sürü düşünce, özel bir dikkat ve bilinç durumu gerektirmeyen işler yaparken su yüzüne çıkabilir. Bu durumların farkında olmaya ve nelerin çıktığına dikkat etmeye çalışın.
- Yine uğraşıp, uğraşıp da bir türlü bir işe konsantre olamadığımız anlarda aklımıza gelen belirli belirsiz, saçma sapan düşünceler de aslında bilinçaltının ürünüdürler.
Bu durumlarda ip uçlarını iyi değerlendirip, dikkatle analiz etmeye ve bağlantılar kurmaya çalışmak; kendini tanımak ve “İçimizdeki Ben”e yaklaşmak için yapılabilecek pratik yöntemlerdir. Ancak bu yolculuğun risk taşımaması, fayda ararken çapraşık ve sorunlu yollara girerek zararlı çıkılmasını önlemek için bir uzmanın yönlendirmesi ile yapmak en doğru olandır. Çünkü bilinçaltının sembolik dili herkesin bilinç düzeyinde kolayca çözümleyip, anlamlandırılabileceği bir dil değildir.
Yayınlanma: 09.05.2021 09:39
Son Güncelleme: 09.05.2021 09:39

Bunları da sevebilirsiniz...
Evlilikte Duyarsızlık: Psikolojik Dinamikler ve Çözüm YollarıEvlilik, iki bireyin duygusal, fiziksel ve zihinsel olarak birbirine bağlandığı, karşılıklı anlayış ve destek üzerine kurulu bir birlikteliktir. Ancak, zamanla çiftler arasında duygusal bağın zayıflaması, empati eksikliği ve ilgisizlik gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Evlilikte duyarsızlık, partnerlerden birinin ya da her ikisinin de diğerinin duygularına, ihtiyaçlarına veya beklentilerine karşı kayıtsız kalması olarak tanımlanabilir. Bu durum, evliliğin temel taşlarından olan güven, sevgi ve iletişimi tehdit ederek ciddi çatışmalara yol açabilir. Bu makalede, evlilikte duyarsızlığın psikolojik nedenleri, etkileri ve çözüm yolları ele alınacaktır.Evlilikte Duyarsızlığın Psikolojik NedenleriEvlilikte duyarsızlığın kökeninde bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörler yatabilir. İlk olarak, bireysel faktörler arasında kişinin geçmiş deneyimleri, duygusal olgunluk düzeyi ve stresle başa çıkma becerileri yer alır. Örneğin, çocukluk döneminde duygusal ihmale maruz kalmış bir birey, yetişkinlikte duygularını ifade etmekte zorlanabilir ve partnerinin ihtiyaçlarına karşı duyarsız kalabilir. Ayrıca, kişinin kendi duygularına yabancılaşması (aleksitimi) da empati kurma yeteneğini zayıflatabilir.İlişkisel faktörler, çiftler arasındaki iletişim kalitesine ve çatışma çözme becerilerine bağlıdır. Uzun süreli evliliklerde, çiftler rutinlere hapsolabilir ve birbirlerinin duygusal sinyallerini fark etmeyi bırakabilir. Örneğin, bir partnerin sürekli olarak iş stresiyle meşgul olması, diğer partnerin duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etmesine neden olabilir. Ayrıca, çözülmemiş çatışmalar veya biriken kırgınlıklar, duygusal mesafe yaratabilir ve duyarsızlığı körükleyebilir.Çevresel faktörler arasında ise modern yaşamın getirdiği baskılar öne çıkar. Yoğun iş temposu, maddi sorunlar veya çocuk yetiştirme sorumlulukları, çiftlerin birbirine ayıracakları zamanı ve enerjiyi azaltabilir. Bu durumda, partnerler farkında olmadan birbirine karşı ilgisiz hale gelebilir.Duyarsızlığın Evliliğe EtkileriEvlilikte duyarsızlık, hem bireysel hem de ilişkisel düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Duyarsızlığın en yaygın etkilerinden biri, duygusal bağın zayıflamasıdır. Bir partnerin sürekli olarak diğerinin ihtiyaçlarına kayıtsız kalması, terk edilmişlik, değersizlik ve yalnızlık hislerini tetikleyebilir. Bu durum, zamanla öfke, hayal kırıklığı veya depresif belirtiler gibi duygusal sorunlara yol açabilir.Duyarsızlık, aynı zamanda iletişimde bozulmalara neden olur. Duygusal ihtiyaçları karşılanmayan bir partner, kendini ifade etmekten vazgeçebilir veya agresif bir iletişim tarzı benimseyebilir. Bu, çiftler arasında kısır döngüye dönüşen çatışmalara yol açar. Örneğin, bir partnerin "Seninle konuşmak anlamsız, zaten beni umursamıyorsun" gibi söylemleri, diğer partneri savunmaya geçirerek iletişimi daha da zorlaştırabilir.Duyarsızlığın uzun vadeli etkileri arasında ise evliliğin sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesi yer alır. Partnerlerden biri sürekli olarak ihmal edildiğini hissederse, bu durum sadakatsizlik, ayrılık veya boşanma gibi sonuçlara yol açabilir. Ayrıca, duyarsızlık çocukların da duygusal gelişimini etkileyebilir; ebeveynler arasındaki soğukluk, çocuklarda güvensizlik veya kaygı gibi sorunlara neden olabilir.### Çözüm Yolları: Duyarsızlığı Aşmak İçin Psikolojik StratejilerEvlilikte duyarsızlığı aşmak, çiftlerin bilinçli çabaları ve duygusal yatırımlarıyla mümkündür. Aşağıda, bu sorunu çözmek için uygulanabilecek psikolojik stratejiler sıralanmıştır:1. *Açık ve Yapıcı İletişim Kurma*: Çiftler, duygularını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeye özen göstermelidir. "Sen hep böyle yapıyorsun" gibi suçlayıcı ifadeler yerine, "Bazen ihtiyaçlarımı fark etmediğini hissediyorum, bu konuda konuşabilir miyiz?" gibi yapıcı bir dil kullanılabilir. İletişimde "ben dili" kullanmak, karşı tarafın savunmaya geçmesini önler.2. *Empati Geliştirme*: Empati, partnerin duygularını anlamak ve onun bakış açısını takdir etmek anlamına gelir. Çiftler, birbirlerinin duygusal sinyallerine daha fazla dikkat ederek empati becerilerini güçlendirebilir. Örneğin, partnerin stresli bir gün geçirdiğini fark eden bir eş, destekleyici bir tavır sergileyerek duygusal bağı güçlendirebilir.3. *Kaliteli Zaman Geçirme*: Yoğun yaşam temposunda çiftlerin birbirine ayırdığı zaman azalabilir. Birlikte geçirilen kaliteli zaman, duygusal yakınlığı artırır. Haftada bir akşam yemeği, ortak bir hobi veya basit bir yürüyüş bile ilişkiyi canlandırabilir.4. *Duygusal Farkındalığı Artırma*: Partnerler, kendi duygularını ve ihtiyaçlarını daha iyi anlamak için öz-yansıtma yapabilir. Meditasyon, günlük tutma veya terapi gibi yöntemler, duygusal farkındalığı artırarak duyarsızlığın azalmasına yardımcı olur.5. *Çift Terapisi*: Profesyonel destek, duyarsızlığın altında yatan nedenleri anlamak ve etkili iletişim stratejileri geliştirmek için faydalıdır. Çift terapisi, çiftlerin birbirine karşı daha duyarlı hale gelmesine ve ilişkilerini yeniden inşa etmesine olanak tanır.6. *Stresle Başa Çıkma Becerilerini Geliştirme*: Dışsal stres faktörleri duyarsızlığı tetikleyebilir. Çiftler, stres yönetimi teknikleri (örneğin, nefes egzersizleri veya zaman yönetimi) öğrenerek birbirine daha fazla enerji ayırabilir.Evlilik ve İlişki Terapisinin Temel PrensipleriEvlilik ve ilişki terapisi, çeşitli temel prensipler üzerine inşa edilmiştir. Bu prensipler, çiftlerin ilişkilerini anlamalarına ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olur. İşte evlilik ve ilişki terapisinin temel prensiplerinden bazıları:İlişkiyi önceliklendirmeİlişki terapisi, çiftlerin ilişkilerini önceliklendirmelerini sağlar. İlişkideki sorunlar genellikle diğer yaşam stresleri tarafından gölgelenebilir. Terapistler, çiftlere ilişkilerini önemsemelerini ve ona zaman ayırmalarını öğütler. Bu, ilişkinin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlar.Eşitlik ve saygıEvlilik ve ilişki terapisi, çiftler arasında eşitlik ve saygı temelinde kurulmuştur. Terapistler, çiftlere birbirlerine karşı saygılı olmayı, duygularını ifade etmeyi ve ihtiyaçlarını dile getirmeyi öğretir. Bu, sağlıklı bir iletişim ve karşılıklı anlayışın temelidir.İletişim becerileri geliştirmeİletişim, sağlıklı bir ilişkinin temel taşıdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere etkili iletişim becerileri geliştirmeleri konusunda rehberlik eder. Terapistler, aktif dinleme, empati kurma ve açık bir şekilde ifade etme gibi becerileri öğretir. Böylece, çiftler duygularını daha iyi ifade edebilir ve birbirlerini daha iyi anlayabilir.Çatışma yönetimiHer ilişkide çatışmalar kaçınılmazdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere çatışma yönetimi becerilerini öğretir. Terapistler, çiftlerin çatışmaları yapıcı bir şekilde ele almalarını sağlar. Bu, çiftler arasındaki anlaşmazlıkların daha sağlıklı bir şekilde çözülmesine yardımcı olur.#SonuçEvlilikte duyarsızlık, çiftlerin duygusal bağını zayıflatan ve ilişkiyi tehdit eden ciddi bir sorundur. Ancak, bu durum çözümsüz değildir. Duyarsızlığın kökeninde yatan bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörleri anlamak, çözüm yollarını belirlemede ilk adımdır. Açık iletişim, empati, kaliteli zaman geçirme ve profesyonel destek gibi stratejiler, çiftlerin birbirine karşı duyarlılığını artırabilir. Evlilik, sürekli bir çaba ve özen gerektirir; duyarsızlığı aşmak ise bu çabanın en önemli parçalarından biridir. Çiftler, birbirine karşı duyarlılıklarını yeniden inşa ederek daha sağlıklı, tatmin edici ve sürdürülebilir bir ilişki kurabilirler. Yazıyı Oku
Uzman: Hidayet ÇALIŞKANYayınlanma: 21.04.2025
Stockholm Sendromu, psikoloji literatüründe, mağdurların kendilerine zarar veren ya da onları esir tutan kişilere karşı duygusal bir bağ geliştirdiği bir durum olarak tanımlanır. Bu sendrom, adını 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir banka soygunu olayından almıştır. Soyguncular tarafından altı gün boyunca rehin tutulan dört banka çalışanı, kurtarılmalarına rağmen soygunculara karşı sempati geliştirmiş, hatta bazıları onların avukatlık masraflarını karşılamış ve biri soyguncudan biriyle evlenmek için nişanlısından ayrılmıştır. Psikiyatr Nils Bejerot tarafından ilk kez tanımlanan bu durum, sadece rehine durumlarıyla sınırlı kalmayıp, aile içi şiddet, cinsel taciz, insan ticareti ve tarikat gibi baskıcı ilişkilerde de gözlemlenmektedir. Bu makalede, Stockholm Sendromu’nun tanımı, belirtileri, nedenleri ve tedavi yöntemleri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Stockholm Sendromu Nedir?Stockholm Sendromu, bir mağdurun, kendisini fiziksel ya da psikolojik olarak tehdit eden kişiye karşı empati, sempati ve hatta bağlılık geliştirmesi durumudur. Bu durum, genellikle hayatta kalma içgüdüsüne dayanan bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar. Mağdur, tehdit altında olduğu bir ortamda, saldırganın küçük iyiliklerini abartarak ona karşı olumlu duygular besleyebilir. Örneğin, bir rehine, kendisine yemek veren veya zarar vermemeyi seçen bir soyguncuyu “iyi” biri olarak algılayabilir. Bu, mağdurun stresli ve tehlikeli bir durumda kontrol hissi kazanma çabasıdır.Sendrom, yalnızca rehine durumlarında değil, günlük hayatta da görülebilir. Örneğin, aile içi şiddet mağdurları, kendilerine zarar veren partnerlerine karşı bağlılık geliştirebilir. Benzer şekilde, tarikat üyeleri veya savaş esirleri de baskıcı figürlere karşı paradoksal bir bağlılık sergileyebilir. Bu durum, mağdurun dünyayı saldırganın perspektifinden görmeye başlaması ve kendi kimliğini kaybetmesiyle karakterizedir.Stockholm Sendromu’nun BelirtileriStockholm Sendromu’nun belirtileri, mağdurun psikolojik ve duygusal durumunda belirgin değişikliklerle kendini gösterir. En yaygın belirtiler şunlardır:1. *Saldırgana Karşı Sempati ve Empati*: Mağdur, kendisine zarar veren kişiyi suçlamak yerine onun davranışlarını haklı çıkarmaya çalışabilir. Örneğin, bir rehine, soyguncunun “zor bir hayatı” olduğunu düşünerek ona acıyabilir.2. *Duygusal Bağlılık*: Mağdur, saldırganla güçlü bir duygusal bağ kurabilir. Bu bağ, saldırganın mağduru koruduğu veya ona anlayış gösterdiği yanılsamasına dayanabilir.3. *Kurtarıcılara Karşı Olumsuz Tutum*: Mağdur, polise veya kendilerini kurtarmaya çalışan diğer kişilere karşı düşmanca bir tavır sergileyebilir. Örneğin, 1973 Stockholm olayında rehineler, polisin operasyon yapacağını öğrenince soyguncuları uyarmıştır.4. *Kendini Suçlama*: Mağdur, yaşadığı durumu kendi hatası olarak görebilir ve saldırganı suçlamaktan kaçınabilir.5. *İzolasyon Hissi*: Mağdur, yalnızca saldırgan tarafından anlaşıldığını düşünerek dış dünyadan kopabilir.6. *Anksiyete ve Depresyon*: Mağdurlarda uyku bozuklukları, kabuslar, odaklanma sorunları ve duygusal boşluk gibi belirtiler sıkça görülür.Bu belirtiler, mağdurun yaşadığı travmatik deneyimin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve genellikle bilinçsiz bir şekilde gelişir. Stockholm Sendromu’nun NedenleriStockholm Sendromu’nun kesin nedenleri bilinmemekle birlikte, birkaç faktörün bu durumu tetiklediği düşünülmektedir. En temel neden, mağdurun hayatta kalma içgüdüsüdür. Tehdit altında olan bir birey, saldırganla bağ kurarak hayatta kalma şansını artırmaya çalışır. Diğer nedenler arasında şunlar yer alır:- *Uzun Süreli Temas*: Mağdur ile saldırgan arasındaki uzun süreli etkileşim, duygusal bağlanmayı kolaylaştırır.- *Güç Dengesizliği*: Saldırganın mağdur üzerindeki mutlak kontrolü, bağımlılık hissini artırır.- *İzolasyon*: Mağdurun dış dünyayla bağlantısının kesilmesi, saldırganı tek ot [belirtme] kaynağı haline getirir.- *Manipülasyon*: Saldırganın mağdura karşı hem tehditkar hem de “nazik” davranışları, mağdurda kafa karışıklığına yol açar.- *Biyolojik Faktörler*: Travmatik durumlar, beyin kimyasında değişikliklere neden olabilir ve bu da duygusal bağlanmayı tetikleyebilir.Stockholm Sendromu’nun TedavisiStockholm Sendromu, resmi bir psikiyatrik tanı olarak DSM-V’te yer almasa da, psikolojik bir durum olarak kabul edilir ve tedavi edilmesi gereken ciddi bir durumdur. Tedavi, genellikle mağdurun travmatik deneyimlerini anlaması, duygusal bağlarını sorgulaması ve sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmesi üzerine odaklanır. Başlıca tedavi yöntemleri şunlardır:1. *Psikoterapi*: Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ve travma odaklı terapi, mağdurun yanlış inançlarını sorgulamasına ve travmatik deneyimleriyle başa çıkmasına yardımcı olur. EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) terapisi de travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtilerini hafifletmede etkilidir.2. *İlaç Tedavisi*: Anksiyete, depresyon veya uyku bozuklukları gibi belirtiler için psikiyatristler tarafından antidepresan veya anksiyolitik ilaçlar reçete edilebilir.3. *Destek Grupları*: Benzer deneyimler yaşayan kişilerle bir araya gelmek, mağdurun yalnız olmadığını hissetmesini sağlar ve iyileşme sürecini hızlandırır.4. *Aile ve Çevresel Destek*: Mağdurun ailesi ve arkadaşlarının destekleyici bir tutum sergilemesi, duygusal iyileşme için kritik öneme sahiptir.5. *Farkındalık ve Eğitim*: Mağdurun ve çevresinin Stockholm Sendromu hakkında bilgi sahibi olması, durumu tanımayı ve erken müdahale etmeyi kolaylaştırır.Tedavi süreci, mağdurun bireysel hikayesine ve klinik belirtilerine göre özelleştirilir. Amaç, mağdurun kendi duygularını tanıması, özgüvenini yeniden kazanması ve sağlıklı ilişkiler kurabilmesidir. SonuçStockholm Sendromu, insan psikolojisinin karmaşık ve çoğu zaman anlaşılması zor bir yönünü temsil eder. Mağdurun, kendisine zarar veren kişiye karşı geliştirdiği duygusal bağ, hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkar ve hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Sendromun belirtilerini tanımak, erken müdahale için kritik öneme sahiptir. Psikoterapi, ilaç tedavisi, destek grupları ve çevresel destek gibi yöntemlerle, mağdurlar travmatik deneyimlerini aşabilir ve sağlıklı bir yaşam sürebilir. Ancak, bu süreçte profesyonel yardım almak ve sabırlı bir yaklaşım benimsemek esastır. Stockholm Sendromu, sadece mağdurları değil, aynı zamanda toplumu da etkileyen bir durumdur ve bu nedenle farkındalık yaratmak, önleyici adımlar atmak ve destek sistemlerini güçlendirmek büyük önem taşır.*Kaynaklar*:- Memorial Tıbbi Yayın Kurulu, “Stockholm Sendromu Nedir? Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri,” 2024.[](https://www.memorial.com.tr/saglik-rehberi/stockholm-sendromu-nedir)- Acıbadem Web ve Yayın Kurulu, “Stockholm Sendromu Nedir? Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri,” 2024.[](https://www.acibadem.com.tr/ilgi-alani/stockholm-sendromu/)- NPİSTANBUL, “Stockholm Sendromu Nedir, Belirtileri Nelerdir?,” 2025.[](https://npistanbul.com/stockholm-sendromu-nedir-belirtileri-nelerdir) Yazıyı Oku
Uzman: Hidayet ÇALIŞKANYayınlanma: 21.04.2025
Aşk; tanımı yapılması oldukça zor kelimelerden biridir. Ben bu noktada romantik aşktan bahsetmek istiyorum. Aşk; birine karşı hissedilen güçlü bağlılık, sevgi ve çekim duygusudur. Aşık olma; bireylerin birbirine güçlü şekilde çekilmesi ve duygularını derinleştirmeleriyle birlikte ilişkiyi sürdürmek istemeleriyle başlar. Aşık olma; yüksek fiziksel çekimi, yoğun duygusallığı ve sevdiğin kişiyi sık sık düşünmeyi ve bunların sonucunda bağlılığı içinde barındırır. Bağlanma birey için bir ihtiyaç olmakla birlikte ait olma gereksiniminin yansımasıdır, bu nedenle evrimsel kalıtımımızın bir parçasıdır. Ruhumuzun sevmeye ve bağ kurmaya ihtiyacı vardır. Her birimizin bağlanma biçemleri vardır. Üç geleneksel bağlanma biçemi güvenli, kaygılı ve kaçıngan bağlanmadır. Bağlanma ilişkileri bebeklikte başlar fakat yaşam boyunca önemlidir ve aile arkadaşlarla olduğu kadar partnerle olan ilişkileri de kapsar. Bağlanma; duygusal düzenleme, ilişki tutarlılığı, ilişkisel nitelik ve iletişim, çatışma ve yakınlık olmak üzere zamanla romantik ilişkilerin birçok yönüyle ilişkilendirilmiştir. Örneğin; güvenli bağlanan kişiler yakınlığı hoş karşılarken, kaçınmacı kişiler bundan korkabilir. Kaygılı kişiler ise terk edilmekten korkabilirler. İnsanlar; ilişki partnerlerinde belirli bağlanma niteliklerini arayabilirler ya da belirli bağlanma biçemine sahip olan partnerle yaşadığı birliktelik kendi bağlanma biçemini değiştirebilir. Bir partnerin ihaneti güvenli bağlanma biçemimizi sarsarken, sürekli ve kestirebilir biçimde seven partner kaçıngan bağlanma biçemimizi güvenli hale getirebilir. Aşk yaşamımıza bambaşka şekilde yansımaktadır. Bazen bu yansıyış canımızı yakabilir.. AŞK kurtulunması gereken bir şey olmaktan çok tadına varılması gereken bir şey olarak düşünülür nitekim keşke her zaman böyle olsa fakat birçok kez en çok gereksinimi duyulan ayakta kalma ve iyileşmedir. Aşk ve ilişki de hayat gibi inişli çıkışlı bir yolculuktur. Günümüzde sıkça duyduğumuz kavramlar arasına sevginin bir anda yoğun bir şekilde gösterilmesiyle başlayan " Love Bombing", aniden ortadan kaybolmalarla tanımlanan "Ghosting" ve gerçeklik algısını sarsacak kadar etkili bir manipülasyon yöntemi olan "Gaslighting" eklendi. Bu kavramlar sağlıklı ilişki dinamiklerini sarsan ciddi unsurlar olarak önümüze çıkmaktadır. Bunları yaşadıktan sonra aşkın yitik haline tanıklık etmemiz kaçınılmaz olmaktadır. Bu noktada yitik bir aşktan kurtulmak pek kolay olmamasına rağmen değişik stratejiler ile süreci kolaylaştırabiliriz.İlki ve en önemlisi bunun zaman alacak olmasıdır. Bu yüzden sabırlı davranmalıyız. İlişkide bağlanma gereksinimi varsa bunu yitirmek bireyi sarsan olumsuz bir deneyim olmaktadır. Aslında ilişkiler bittiğinde belki de canımızı en çok yakan şeylerden biri o bağı kaybetmiş olmamızdır. Bundan kaynaklı bireyler bir anda iyileşme beklememelidir. Bireyler bu süreçte kendisine bakım ilkelerini hatırlatmalıdır. İyi beslenme ve uyuma, bedenimiz ve işimiz üzerine odaklanma iyileşme sürecinde yardımcı olabilir. Ve en önemlilerinden bir tanesi de destek sistemidir. Bu destek sistemine güvenmek önemlidir. Onarım sürecinde olan birey için toplumsal yaşama dönmesini sağlayacak etkinlikler önermeden duyarlı ve yargısız bir dinleyici olmaya kadar arkadaşlar ve aile sık sık yardımcı olabiilir.Ayrıca bireyin onarımını hızlandırmak için yapılması ve yapılmaması gereken bazı özgül davranış stratejileri vardır. Yapılmaması gerekenler oldukça açıktır:Partneri anımsatıcı şeyleri çevrenizde tutmayın. (resimler,hediyeler..)Eski partneri aramayın ve evinin veya apartmanının yakınlarından geçmeyin.Ortak arkadaşlarınıza partneriniz hakkında soru sormayın. Eğer iyileşmekte olan birey eski partnerini düşünmeye başlarsa, gözünün önünde bu düşünceyi durduracak bir DUR işareti canlanmalıdır.Eğer bir şarkı veya müzik parçası partneri hatırlatıyorsa o şarkı veya müzik parçası dinlenmemelidir.Son olarak o ilişki hiç yaşanmamış gibi davranmak pek sağlıklı bir yöntem değildir. Acınızın farkında olun ve ileriye bakın. Yapılması gerekenlerden daha önce de bahsettiğimiz gibi kişinin görünümüne özen göstermesi, bir destek sistemine güvenmesi gerekmektedir. Ek olarak birey çalışma yaşamında veya okulda başarılı olmaya odaklanabilir veyahut kendisine yeni bir ilgi alanı bulup oraya yoğunlaşabilir. Gönüllü çalışmalara katılım sağlayıp insanlara yardım edebilir. Başkasına yardım etmek insanı kendisi hakkında düşünmekten uzaklaştırabilir ve iyileşme sürecinde fayda sağlayabilir. Bu süreç bir spor veya boş zaman etkinliğine başlamanın tam zamanıdır. Sanat bu noktada size fayda sağlayabilir. Sanat terapisi uygulayıcısı olarak şunu söyleyebilirim ki yazmak, boyamak, çizmek insan ruhunu en rahatlatan şeylerden biridir. Onun haricinde nefes egzersizleri, yoga, meditasyon. Hayatta her şey bir nefesle başlar. Doğru nefes alıp vermeye başladığınızda, bedeninizin dengeye girmesi korku ve endişelerinizden kurtulmanız, duygularınızı kontrol edebilmeniz, zihninizin ve düşüncelerinizin berraklaşması, hayatınızı kısıtlayan, yerleşmiş inanç ve davranış kalıplarının salıverilmesi; kısaca yenilenmeniz mümkün olacaktır. Bir düşünün.. En son ne zaman derin, uzun bir nefes aldınız? Eğer uzun zamandır derin bir nefes almadıysanız şimdi derin bir nefes alın ve sonrasında kendinize şu soruyu sorun: Sana kendine ne kadar değer verdiğini ilişkine baktığım zaman anlıyorum deseydim bu sana nasıl hissettirirdi? Eğer cevabın olumsuzsa onarıma kendimizden başlayarak en doğru kararı vermişiz demektir. İnsan kendine nasıl davranıyorsa karşısındaki de öyle davranır. Önce sen kendini sevmeli ve kendine değer vermelisin. Son olarak onarımda olan kişi aşk ilişkisini kaybettiğinde şu an çekmekte olduğu acıya neden olan, ait olma gereksiniminin ileride büyük olasılıkla yeni ve umut edilir daha başarılı bir aşk ilişkisine çekeceğini anımsamalıdır. Bu ilişki sana ne öğretti?, Belki de ilişkiden beklediklerini ve beklemediklerini öğretti. Dilersen bunları yepyeni bir sayfaya yazıp değerlendirebilirsin. Sen ilişkiden ne bekliyorsun? Sınırların neler? Seni neler rahatsız ve mutsuz eder? Sen ne olduğu zaman kendini seviliyor hissediyorsun? Senin sevgi dilin ne? Bütün bunlara verdiğin cevap seni yeniliğe hazırlayacak. Onarımını tamamlama yolculuğunda kendini daha iyi tanıman, anlaman ve yeni başlangıçlara hazırlanmanda yardımcı olabilmek dileğimle.. PSİKOLOG HANDE İPEK TEMEL.KAYNAKÇA YAKIN İLİŞKİLER PSİKOLOJİSİ, S. HENDRİCK. Yazıyı Oku
Uzman: Hande İPEK TEMELYayınlanma: 15.04.2025