Nihal ARAPTARLI - Blog Yazıları

Günümüzün rekabetçi ve acımasız iş yaşamı insanların giderek daha çok mükemmeliyetçi davranış biçimleri geliştirmelerine neden oluyor.Mükemmellik, kusursuzluk, dört dörtlükifadeleriçok sık duyduğumuz,kullandığımız ama gerçek anlamı üzerinde pekdüşünmediğimizkelimelerdir.Hepimiz çocukluğumuzdan beri hep daha iyisini yapmak, sürekli kendimizi geliştirmek için çabalıyoruz.Ancak "mükemmel olma isteği" ile "mükemmelliyetçilik" arasında büyük fark vardır.Mükemmeliyetçilik,obsesifkompulsifkişilik yapısının en önemli özelliklerinden biridir.Bir öğrencininnotlarınıbelli bir seviyeninüzerinde olması için uğraşması, ilgilendiği spor dalında başarılı olmaya çalışması mükemmeliyetçilik değildir. Bu davranış; performansı geliştirme isteğidir ve sağlıklı bir çaba olarak kendimizi geliştirmemizi, hedeflerimize ulaşmamızı sağlar. Ama mükemmeliyetçilik bu sağlıklı çabadan çok farklıdır.İsviçre’de yapılan bir araştırmaya göre, yaptıklarında sürekli olarak en iyiyi arayanlar büyük bir psikolojik baskı altında kalıyor ve bu tip baskılar da birtakım sağlık sorunlarını beraberinde getiriyor.Bu araştırma,mükemmeliyetçi insanların kendilerini maruz bıraktıkları psikolojik baskı nedeniyle bazı sağlık sorunları yaşayabildiklerini ortaya koydu.Yani mükemmeliyetçi olmak yapılan işin sonuçları ve kalitesi açısından iyi sonuçlar doğursa da ruh sağlığı açısından o kadar da olumlu değil.Yapılan testlerdekusursuzluğu kendisine ilke edinenlerin daha fazla stres hormonu salgıladığı ortaya çıkmaktadır. Hep en iyisini yapmak gerektiğini düşünenlerin ayrıca daha çabuk yorulduğu, daha çabuk sinirlendiği ve morallerinin daha fazla bozulduğu tespit edildi.Mükemmeliyetçi bireyler,kendisi ve çevresindekidiğer insanlar için ulaşılması neredeyseimkânsızhedeflerbelirlerve bu hedefleri gerçekleştirme konusunda gerçekçi olmayan, çok yüksek performans beklerler.Bu kişiler sadece başarılı olduğunda, hiç hata yapmadığında kendini iyiHisseder ve kendine güvenebilir.Mükemmeliyetçiler, kusursuz olma konusundaki kararlılıklarının, kendilerini başarıya, kabul görmeye, sevgiye ve doyuma ulaştıracağıinancındadırlar. Ancak, kendilerine ilişkin kuşkuları ya da onaylanmama, aptal gibi görülme ve reddedilme korkuları yüzünden, yaptıkları işte yeterince etkili olamamaktadırlar.Başarıya ulaştıkları zaman bile kullanmış oldukları yöntem yüzünden, elde etmek istedikleri o sevgi ve onaydan yoksun kalırlar.Mükemmeliyetçi Kişilik Özellikleri:Hata ve başarısızlıklara karşı aşırı duyarlıdırlar.Katıve çokacımasız biçimdekendini eleştiripve cezalandırdığı gibi yoğun suçluluk duyguları da yaşarlar.Sürekliolarakyaptığıişin yeterince iyi olmadığından şüphe duyar,her yaptığı işte hata bulmaya çalışır,başarılarındanhiçbir zamantatmin olmazlar.Düzen, kontrol veplanlama konusunda hep aşırı uçlardadırlar.Mükemmeliyetçilerinçokkatıinanç ve kurallarıvardır.Örneğin“İnsanların bana değer vermesi, beni sevmesiiçin hiç hata yapmamam gerekir”, “İnsan bir işi iyi yapamıyorsa hiç yapmasın dahaiyi”, “Bir işte tümüyle başarısız olmakla yarı yarıya başarısız olmak arasındabirfarkyoktur”gibi.Ya hep ya hiç şeklinde düşünüp, performanslarıtamanlamıyla kusursuz değilse kendini başarısız olarak değerlendirirler.Aşırıgenellemeler yaparak tek bir duruma ya da davranışa bakarak kendisive diğerinsanlarla ilgili önyargılara sahiptirler. “Asla,her zaman, daima,hiç kimse,herkes, kesinlikle” gibi katılık içeren kelimeleri sıkça kullanırlar.Olumsuzlukları büyütüp, yalnızca olumsuz ayrıntılara odaklanabilir, bu sırada olumluolayları, gelişmeleri dikkate almayıp, onları yok sayarlar.Tüm bu düşünce hataları ve katı kurallar sonucunda daolumsuz duyguve durumlarlakarşı karşıya kalırlar. Yoğun suçluluk, utanç, kaygı, kararsızlık,çökkünlük, yetersizlik duyguları yaşayabilir, kendine olan güven ve saygılarıazalabilir.Mükemmeliyetçi Davranışın Sonuçları:Bu olumsuz duyguların yanındamükemmeliyetçiliklebağlantılı birtakım sağlıksız davranışlar da geliştirirler.Bir ödevi/işidefalarca yapmak, doldurulanbir formu,sınavkâğıdınıdefalarcakontrol etmek,yapılacakher işi aşırı şekilde, en küçük ve basit ayrıntılarına kadarplanlamak, işi yaparken atılanadımları aşırıbiçimdetekrarlamakveya sürekli kontrol etme ihtiyacı duymak gibi.Ayrıca öncelikli ve önemli işleri sürekli erteleyebilir, başlamaktan kaçınabilir veyabaşlansa bile en ufak bir hatada vazgeçip,yarımbırakabilirler.Erteleme ve karar vermegüçlüğü yüzünden çok yavaş davranabilir, zamanı iyi kullanamayabilirler.İşleri iyive doğru şekilde yapamayacaklarını düşündükleriiçin diğer insanlara sorumlulukvermekten kaçınabilir, bu yüzden ekip çalışmalarında başarısızlık yaşayabilirler.Diğer insanlarla ortak çalışma yapmak zorunda kaldıklarında isesürekli onları izleyipkontrol etme ve onların davranışlarını değiştirmeye çalışlar ki bu durumda diğerleri ile sürekli çatışma yaşamaları nedeniyle sağlıklı kişiler arası ilişkilere sahip olamazlar.Mükemmeliyetçilik, kişinin başkaları ile olan ilişkisini genellikle istenmeyen bir biçimde etkiler.Tümbu olumsuz duygu, inanç ve davranışlar fiziksel ve psikolojik sağlığı, iş,okul ve ev hayatını, insanlarla ilişkileri olumsuz yönde etkiler.Mükemmeliyetçilik,getirdiği yoğun stresnedeniylesindirim, dolaşım, sinir ve bağışıklık sistemini etkileyerek birçok fiziksel sorunun, hastalığın oluşmasına neden olur.Mükemmeliyetçilik, depresyon, kaygıbozukluğu, yeme bozuklukları gibi çeşitli psikolojik problemlerede zemin hazırlar. Bunların yanı sıra okulve işhayatında verimsizlik, yaratıcılıkta düşüş, kişilerarası ilişkilerde yoğun çatışma ve güvensizlik, yakın arkadaşlıklar kuramama gibi tüm hayatı kapsayabilecek etkilere sahiptir.MükemmeliyetçilikleNasılBaşedilebilir?Mükemmeliyetçilik, hayatınpek çokalanını etkilediği ve tek başına üstesinden gelinmesi zor bir durum olduğundan bir uzmandan destek almak başa çıkmayı kolaylaştırır.Katı, kuralcı ve kontrolcü kişilik özellikleri değişime karşı da dirençli olmayı getirir.Mükemmeliyetçidavranışları sağlıklı çabaya dönüştürmek içinilk adımmükemmeliyetçiliğinistenmeyen,bireyezarar verebilecek bir durum olduğunu kabullenmektir.Sadece başarısızlık ve kendini küçümseme ile sonuçlanacak kadar yüksekbeklentiler yerinebireyselsınırlar, yetenekler,ilgi ve ihtiyaçlarla uyumlu,ulaşabilecekhedefler belirlemeye çalışılmalıdır. Bununiçinkoyulanhedeflerin ulaşılabilir, sözel olarak ifade edilebilir, belirli, net veölçülebilir olmasına dikkat edilmelidir.Sadece hatalara odaklanıp, yetersizlik ve suçluluk hissetmek yerine hataları kabul edip, onları bir öcü gibi değil, gelişmeyisağlayan deneyimler olarak görmeyi öğrenmek gerekir.Olumsuz olduğu düşünülenözellikler yanındaolumlu, iyi yanlarında görülmeye çalışılması, bireyin kendine birbütün olarakbakmayı öğrenmesi gerekir.Mükemmeliyetçiliğibesleyen, zarar veren düşünce ve davranışlardeğiştirilip, yerine daha uygun alternatifler koyma denenebilir.Yeni deneyimlerekazanılıp-kaybedilen durumlar olarak değil;öğrenmek, gelişmek için fırsatlar olarak bakmayaçalışılmalıdır.Bir işi planlarken;ne yapılması gerektiğinden değilneyapılabileceğinden başlamak gerekir.Yapılan heretkinliğinsadecesonucuna değil, bu etkinliği yaparken yaşananlarada odaklanmayaçalışılmalıdır.Mükemmel olmaya çalışmak normaldir, yaptığımız her işi olabilecek en iyi biçimde yapmaya, tamamlamaya çalışmak bizi başarıya götürür ancak mükemmeliyetçilik hayatı zorlaştıran bir kişilik özelliğidir, bu kişiler kendilerine koydukları yüksek standartlara çoğu zaman ulaşmadıkları için sürekli kendilerini suçlayıp, yargılarlar ve mutsuzdurlar. Böyle bir yapınız varsa uzman desteği alarak hayatınızı kolaylaştırıp, daha sağlıklı ve huzurlu yaşayabilirsiniz.Devamını oku

Yayınlanma: 09.05.2021 09:49

Son Güncelleme: 09.05.2021 09:49

Yaşamımızın çeşitli dönemlerinde kendimizi tanımaya daha fazla ihtiyaç duyup (özellikle ergenlik ile diğer yaş geçiş dönemleri ve sorunlarımızla başaçıkamaz duruma geldiğimiz, çıkış ve çözüm yolları aradığımız bazı kriz durumlarında) “Ben kimim?”“Neden böyle davranıyorum?” “Beni ben yapanlar neler?” gibi sorular zihnimizi tırmalarama cevabını bulmak hiç de kolay olmaz.Çoğunlukla diğerlerini tanımlamakta zorlanmaz, rahatlıkla onların kişiliği üzerine yorumlar, eleştiriler, öngörüler sıralayabilirken;kendimizi tanımlamakta oldukça zorlanırız.Başkalarınıtanımak akıllı olmayı yani doğru gözlem, değerlendirme ve yorum yapabilmeyi gerektirir. Ancak kişininkendini tanımasıiçindaha büyük meziyetlere sahip olmasıgerekir.Başkalarınındüşüncesini, gizlerini, sorunlarınıbilme arzumuz aslında kendimizibilmeyişimizdenya da bilmek istemeyip, kendimizden kaçmamızdankaynaklanır. Çevremizdeki sorunları çözümlemek, daha yaşanılır bir dünya yaratmak için hep diğerlerinideğiştirmeyi düşünür ve bunu savunuruzamaçoğumuz değişime önce kendimizden başlamamız gerektiğini düşünmeyiz.Çünkü diğerlerinin değişmesini istemek; savunma mekanizmalarımızı kırıp, kendimizle yüzleşmekten, eksiklerimizin ve hatalarımızın farkına varmaktan daha kolaydır.Yaşamdaki temel amacımız mutlu olmaktır. Ve en büyük mücadelemizi de mutluluğu yakalamak için veririz.Savunma mekanizmalarımızın desteğiyle oluşturduğumuz suni benliğimize sarılıp,ona sığınarakve kendimizi diğerlerine bu benlikçerçevesindentanıtarak;zayıflık, ihtiyaç ve çatışmalarımızı bastırıp yokfarz ederekmutlu olmayaçalışırya damutluluğuuzaklarda, hiç ulaşamayacağımız farklı şeylerde arayıp dururuz. Oysa ki gerçekmutluluk;ne çok uzaklardaaranacak,ne de büyük savaşlar sonucunda ulaşılabilecekbir şeydeğildir.Başkalarının davranışlarına değil,sadecebize bağlıolup, ilkadımıkendini tanıma ve bilmeisteğinden oluşanbir sürecin sonucudur.Yaşamın temel amacına ulaşmak için kendimizden, içimizin derinliklerindenyolaçıkmalıyız.Kendimizi tanımaya çalışırken belirli durum ve olgular karşısındaki duygu, düşünce, davranışlarımızla diğerlerinden aldığımız geribildirimleri dayanak alırız. Ancakbilinç düzeyindeki bu değerlendirme veyorumlarımız; içinde bulunduğumuz duygu durumunu ve davranışlarımızın nedenleriniçözümlemekte her zamanyeterli olmaz.Çünkükendimizle ilgiliherşeysadecebilincimizde değildir.Beyinhücrelerimizin ancak %28’lik bir kısmını oluşturan, üst beyin ya da korteks dediğimiz kısmı bilincimizi oluşturur. Bu sayede düşünür, felsefe yapar, diğer insanlarla iletişime geçer, okur, meslek edinip para kazanırız.Zekamızın ölçülebildiği, IQ dediğimiz bölümüdür. Oysa beyin hücrelerinin %72’likkısmınıoluşturan alt beyin dediğimiz çok daha büyük bir hazinemiz var. Burasıtüm duygularımızın ve içgüdülerimizin kaynağıoluprefleksifolarak iç organlarımızınçalışmasını sağlar.RNA yoluyla atalarımızdan gelen bilgi şifrelerini depolar.Beynimizin EQ (duygusalzeka) diye tanımlanan bölgesidir.İnsanlıktarihinin nekadar eskilere dayandığıve tek bir RNA molekülünün 20 milyon bilgi çipi taşıdığını düşünürsekalt beynimizinnasıl bir hazine olduğunuçokdaha iyianlayabiliriz.Bu hazineye ulaşabilmemiz, gerçek kendimize ulaşmamızdır.Bilinçaltı, bilincimizdekiherşeyin kaynağıvekökeni,geri plandadaimabizim için düşünen içimizdeki sesimiz, gerçek kişiliğimizdir.Unutmak istediklerimizi, yokfarz etmeyeçalıştıklarımızıattığımızbirçöp kutusudeğilgerçeközümüzdür.Bilinçaltınıtanımak için yapabileceğimiz en iyişeybilinçlenmek,bilinçlenmek için yapabileceğimiz en iyişeyise bilinçaltınıtanımakyanikarakutuyuaçmak, incelemeye almaktır.Bilinçaltı yalnızca unutmak üzere gömdüğümüz içsel kötülüklerimizin, zayıflıklarımızın bulunduğu yerdeğil, tüm hatıralarımızın ve duygularımızın ikamet ettiği, özlerimizin bulunduğu yerdir. Gerçek bize ulaşmak için bilinçaltını araştırmak zorundayız. Kendimizi ve diğerlerini kısaca insanoğlunu anlamanın en önemli ve temel yolu budur.Bilinçaltı olmasaydı yaşamın anlamı sadece gözle gördüğümüz şeylerle sınırlı kalır,herşeyisadece beş duyumuzun olanakları kadar algılardık. Takıntılarımız, içsel çatışmalarımız, bir türlü anlamlandıramadığımız sıkıntı ve sorunlarımız da olmazdı tabii. Psikolojik sorunlarımız olmadığı için psikolog ve psikiyatristlere de ihtiyaç duyulmaz, bu bilim dalları davarolmazdı. İçgüdülerimiz ve dürtülerimizle hareket eder, sığ ve yalın bir yaşam sürerdik. Tıpkı dünyamızdaki diğer canlı varlıklar gibi. Kısıtlar ve sınırlar içinde hareket edip, sadece mevcut olanakları kullanan, yaratmadan, üretmeden ve gelişmeden; doğar, yaşar sonra da ardımızda hiçbir eser, iz bırakmadan ölüpgiderdik...Henüz ana rahminde bulunduğumuz günlerdenitibarenbeynimiz bilgiyi algılar, işler ve kayıt eder. Bir anlamda bir bilgisayar gibi. Ancak üretilmiş mevcut bilgisayarların hepsinden çok daha kapsamlı, çapraşık, hızlı ve işlevsel.Bilgisayara bir bilgi girip, sonra bunu kullanmak istediğimizde kayıt ettiğimiz dosya ve klasörü açmamız yeterlidir. Artık bu bilgiye ihtiyaç duymayacağımızı düşünüp sildiğimiz zaman da bir daha ona ulaşamayız. Ancak bilgiler beynimize henüz çözümleyemediğimiz farklı kod ve şifrelerle kayıt edilir. İhtiyaç duyduğumuzda hızlı bir şekilde açılır ve işleme konur. Beyin müthiş bir bilgi yöneticisidir ve mükemmel bir dosyalama sistemine sahiptir. Sık kullandığımız bilgiler kolay ulaşılabilirbölgelerde muhafazaedilirken;sık kullanmadığımız, unutmak istediğimiz şeylerisebilinçli düşünme ve çabayla hatırlanamayacak kadar derinlerde arşivlenir.Tüm bu kayıtlarınarasına bir sınır çizip çizginin bir tarafına bilinçdiğertarafınabilinçaltıdiyemiyoruz.Çünkübilinç ve bilinçaltıçoğu yerde iç içe geçmiştir vesürekli olarakbirbirlerini etkilerler. Bu etkileşim sonucunda duygu, düşünceve davranışlarımız oluşur.Her ikisi birlikte yaşantımızı etkileyip,yönlendirmekle birlikte bilinçaltının gücü ve etkinliğisahip olduğu hücre sayısıyla orantılı olarakdaha fazladır. Yani çoğu zaman yaşamımızın kontrolünde ipler içimizdeki benin elindedir. Bilinçaltımızdaki duygular davranışa dönüşerek yaşamımızı etkilerken, önemli yaşam olayları da bilinçaltımızda yer edinir. Önemli olan tüm kontrolün bilinçaltının eline geçmesine fırsat vermemek, yaşamımızın kontrolünde bilinç düzeyinin etkisini artırabilmek, yaşamdaki olayların bizi nasıl ve ne derece etkilediğinin farkında olabilmektir.Çünkü yaşamın kontrolünün tamamıyla bilinçaltının eline geçmesi,psikozlarınyanipsikotikhastalıkdurumlarınınoluşmasıdemektir.Doğduğumuzda sadece içgüdülerimiz ve bilinçaltımız vardır.Yaşamın ilk aylarında tüm tutum ve davranışlarımızı bunlar yönlendirir. Bebekiçin evrenin merkezi sadece kendisidir, kendi ihtiyaç ve isteklerinin karşılanmasından daha önemli birşeyyoktur. Zamanladış dünyayı ve çevresindekileri algılamaya başlayarak yeni bilgiler kaydetmeye, diğerlerinin (anne, baba ve yakın çevrenin) kendinden farklı varlıklar olduğunufarketmeye, deneme ve taklit yoluyla öğrenmeye başladıkça beynin korteks dediğimiz bölümü yani bilinç oluşmaya ve gelişmeye başlar.İnsanoğlunun her anlamdaki değişim vegelişimi doğumdan ölüme kesintisizolarak devam etmesine karşınen az değişenşey bilinçaltının yapısal özellikleridir.Bebek doğduktan sonra belirli bir süre boyunca istek ve ihtiyaçlarının karşılanması için içgüdüsel olarak ağlamaktanve çoğu zaman anlamlandıramadığımız sesler çıkarmaktan başka bir dil bilmez. Tıpkı dilin keşfinden önceki devirlerde ilk insanlar gibi.Zamanla korteksin gelişmesiyle bu sembolik dilin yerini sözel dil alır. İlişkilerimizi bu sözel dille kurar, yaşamımızı bununla yapılandırırız. Ancak bilinçaltıinsanlığın en eski dili olanbusembolik dilikullanmaya devam eder,rüyalarımızda bizeresimler çizerek bizimleiletişim kurmayaçalışır. Tıpkı ilkel mağara adamının duvarlara resimler çizerek mesaj vermeye çalışması gibi.Psikolojik sorun ve hastalıklarda ortaya çıkan semptomlar dabilinçaltının sembolikdille ifadeleridir.Tümpsikolojik sorunlarzihnin bilinçaltıtabakasındaoluşur veya ilk kaynaklarıbilinçaltıdır. Budurumlardakişininkendi kendine yaptığıbilinçli çabalarve çevresinin yardımayönelikiyiniyetlitutumlarıgenellikle sorunlarıçözmekte yetersiz kaldığı gibi daha da kötüye götürebilir.İşte bu nedenle uzman desteği almak önemlidir.KarakutuyuAçmak; Bilinçaltına Yolculuğun Araçları:Bu yolculuk için en etkin ve güvenli yol, uzman bir terapist eşliğinde yapılan yolculuk yani psikoterapi sürecidir.Bu süreçte terapist,uzmanlık alanına göre serbest çağrışım, rüya analizi,hipnoterapi(hipnoz),psikodramayöntemleri gibi araçları kullanarakkarakutuyuaçmaya ve bilinçaltının içeriği ortaya çıkarmaya çalışır.Eğer herhangi bir psikolojik sorununuz (depresyon, panik atak, fobiler ve diğernevrotikrahatsızlıklar gibi) yok ve sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak için “İçinizdeki Ben” e ulaşmak istiyorsanız, kendi kendinize gerçekleştirebileceğiniz ve bilinçaltınız hakkında ipuçları yakalayabileceğiniz bazı pratikleri uygulayabilirsiniz.Bunlardan en önemlisi “Konsantrasyon” çalışmalarıdır. Konsantre olmak bilinçaltını, kara kutunuzu açmaya yardımcı sihirli bir anahtardır. Bunun niçin nefes egzersizleri, yoga ve meditasyon çalışmaları yararlı olur. Konsantre olduğumuzda istediğimiz önemli duygu ve düşüncelerimizi bilinçaltına gönderip, onu etkileyebilir ve oradakilerin de bilinç düzeyine yükselmesinikolaylaştırırız.Çok kızdığınızanları ve en sevdiğinizşeyinellinizden alındığı ya da çok istediğiniz bir şeye sahip olmanızınengellendiğidurumlarda nasıl davrandığınız, ne konuştuğunuzkonusunda sizi iyi tanıyan birinden geribildirim alın.Çünkü bu durumlardaki tutum ve konuşmalarınızgenellikle bilinçaltıiçeriklerdir.Bazen derin düşüncelere dalıp adeta içinizdeki diğer benile konuştuğunuzufark edersiniz. Bu konuşmalarınızı unutmadan kaydetmeye, not almaya çalışın. Çünkü o sizin bilinçaltınızdır. Bu konuşmalar bilinçaltınız hakkında önemli ip uçları verir.Konuşmalarınızdasık sık kullandığınızkelimelerbilinçaltınızhakkında fikir verir.Geçmişte yaşadığınız önemli bazıolaylarla,şu anda kiduygu, düşüncevedavranışlarınız arasındaki bağlar, benzerlikve ilişkiler bilinçaltının önemli oranda içeriğini oluştururlar.Monoton işler yaparken bilinçaltınabirkaçadım daha yaklaşırız. Bilinçaltının derinliklerindeki bir sürü düşünce, özel bir dikkat ve bilinç durumu gerektirmeyen işler yaparken su yüzüne çıkabilir. Bu durumların farkında olmaya ve nelerin çıktığına dikkat etmeye çalışın.Yine uğraşıp,uğraşıp da bir türlü bir işe konsantre olamadığımız anlarda aklımızagelen belirli belirsiz, saçma sapan düşüncelerdeaslındabilinçaltının ürünüdürler. Bu durumlarda ip uçlarını iyi değerlendirip, dikkatle analiz etmeye ve bağlantılar kurmaya çalışmak; kendini tanımak ve “İçimizdekiBen”eyaklaşmak için yapılabilecek pratik yöntemlerdir. Ancak bu yolculuğun risk taşımaması, fayda ararken çapraşık ve sorunlu yollara girerek zararlı çıkılmasını önlemek için bir uzmanın yönlendirmesi ile yapmak en doğru olandır. Çünkübilinçaltınınsembolik dili herkesin bilinç düzeyinde kolayca çözümleyip, anlamlandırılabileceği bir dil değildir.Devamını oku

Yayınlanma: 09.05.2021 09:39

Son Güncelleme: 09.05.2021 09:39

Geçmiş yıllarda bir birey ne kendisi,ne de çevresindeki herhangi biri için “ruh sağlığının bozuk” olduğunu ima edenbir ifadekullanmazdı. Çünkü herhengi birinin ruh sağlığınınbozuk olmasıdeliliğe delalet idi. Oysa son yıllarda çevremizde “bu iş, bu ilişki veya bu durum ruh sağlığımı bozdu”, “ruh sağlığım gün geçtikçe bozuluyor”, ruhensağlıklı olduğundan emin değilim”gibiifadeleri sıklıkla duyar olduk. Hatta daha harcıalem ve çekincesiz bir tanım olarak algılananve kullanan“depresyon”kelimesi,tüm bu ifadelerin yerini aldı. Artık 7’den, 70’e herkes, her gün, heran, her durumda “depresyona” giriyor.Dahabirgeceöncebarda keyifle kahkalar atar bıraktığınız arkadaşınız ertesi gün telefonda “aşkımla tartıştık, ölüyorum, bitiyorum”veya“indirimler başladı ama kredi kartlarımın limitleri dolu çok beğendiğim iki ayakkabıyı alamıyorum”ya da “bizimtakımmaçı kaybetti”gibinedenlerle depresyona girdiğini söyleyebiliyor.Gerçekten depresyona girmek bu kadar sudan sebeplerle oluşabilecek, pekdeciddiye alınmaması gerekençünkükendiliğinden geçebilecekvemoralin bozuk olduğu her türlü durumu tanımlayan bir “şey” midir?Yoksa kendimize ya da başkasına“depresyon”teşhisi koymadan öncebunuruh sağlığının ciddi biçimde bozulması olarak görüp, tedavisi için uğraşmak mı gerekir?“Ruh sağlığı;bireyin kendisiyle, çevresini oluşturan kişilerle ve toplumla barış içinde olması,sürekli denge, düzen ve uyum sağlayabilmek için gerekli çabayı sürdürebilmesi” dir.Ruh sağlığımız,genel sağlığımızıngöstergesi veayrılmaz bir parçasıdır.Bedenimizdeki her türlü fizyolojikdeğişiklik beynimizive ruhumuzu; beynimizdeki ve ruhumuzdaki her türlü değişiklikise fizyolojimizietkiler.Yaşam amacımızolan “mutluluğa ulaşma”,yaratıcı ve üretken bir birey olmayı; bunu başarmak isebedenensağlıklı olmanınötesinde ruhendesağlıklı olmayı gerektirir.Hepimiz zaman zaman duygu, düşünce ve davranışlarımızda tutarsızlık, uygunsuzluk ya da yetersizlik gösterebiliriz. Ancak bu durum sürekli, şiddetli, tekrar eden, verimli çalışmayı ve performansı olumsuz etkileyecek, kişiler arası ilişkilerin bozulmasına neden olacak biçim ve boyutta ise ruh sağlığımızbozulmuştur.Dünyada 400 milyon civarında insan (Dünya sağlık Örgütü ve Sağlık Bakanlığı verileri 2004) Ülkemizde ise her dört kişiden biri ruhsal bozukluk ya da sorun yaşamaktadır.Günümüz yaşam şartları ve zorluklar bu sayıyı her geçen gün daha da artırmaktadır. Ancak fizyolojik rahatsızlıkların, tanımlanıp, somut ve bilimsel bir temele dayandırılmasıkolaylıkla yapılmasınarağmenruhsal sorunlarınsoyutve belirsiz kavramlar olarak algılanması devam etmekte, dolayısıyla teşhis ve tedavisi toplumda yeterince önemsenmemektedir.En ufak fiziksel bir rahatsızlık belirtisinde gerek birey,gerekse çevresi endişeye kapılarak teşhis ve tedavi için çaba harcarken ruhsal sorun yaşayançok az sayıdaki birey bunu bir rahatsızlık olarak algılayıp, tedaviolma gereğini duyar. Yaşadığı sorunlar, sıkıntılar nedeniyle çalışma verimi, performansı düşmüş, kişilerle ilişkileri bozulmuş, yaşamdantatalamayacak derecede mutsuz birçok kişi, bu durumunun tedavi edilebilir birdurumolduğunu aklına bile getirmez ve yaşamını, üstesinden gelinebilecek bir rahatsızlıkla sürdürmeye çalışır. Oysa ruhsal sorunların birçoğu,kalp,şekerve hipertansiyon gibitanımı, nedenleri,süreci, tedavisi ve sonuçları bellirahatsızlıklardır. Depresif bozuklukDepresyon,günümüzün güç yaşam koşulları altında zorlananbireylerindegörülenen yaygın ruhsal sorundur.Depresyon,kendine özgü belirtileri olan, ciddiye alınması gereken,tedavi edilmezse aylarca hatta yıllarca sürebilen bir hastalıktır.Herinsanyaşamının bir döneminde hüzün, keder, mutsuzluk gibi duygulanımlar yaşayabilir. Bunlar, genelliklebeklenmedik bir anda oluşanveyaşanan olaylarla ilişkiliolup, olayın kişi için anlamveönemine göre değişen bir süreninsonundageçebilendurumlardır.Bazı kişilerdebu duygulanımlar,dahaşiddetli,aşırı boyutlarda ve daha uzun süre yaşanır. Hatta bazen buduruma neden olabilecekbelirgin birdurum dayoktur veyabirnedenolmakla birliktegösterilen duygusal tepkinin süresi, şiddetive yoğunluğu beklenenden fazladır.Öyle ki bu duygu durumu, kişinin kendisiyle, çevresiyle ilişkisini bozmaya, yaşamdan tat almasını engellemeyebaşlamıştır.İşte bu duygu durumundaki kişiler için“depresyon”tanısı konulabilir.Depresyon, keder,elem yönünde artmışbirduygu durumuveruhsal çökkünlük halidir.Böylesine yoğunüzüntülü bir duygu durumda;düşünce, konuşma ve hareketlerde yavaşlama, güçsüzlük, değersizlik, isteksizlik, karamsarlık duyguvedüşünceleri ile fizyolojik işlevlerde yavaşlamagibibelirtilergörülmesine rağmendepresyon aynızamanda, tedaviye iyi yanıt veren ve iyileşme olasılığı yüksekbir hastalıktır.Ancakdepresyon geçirenlerin çoğunluğu, tedavi edilebilir birrahatsızlığıolduğunu düşünmez ve tedavi arayışınagirmezler.Özellikle toplumumuzda depresyon tedavi gerektirir bir hastalık olarakdeğil desanki normal bir yaşam biçimi, kader veya kişilik özelliği gibigörülmektedir. Oysa depresyondurumundatedavidesteği almanın,birçok fiziksel hastalık durumundan daha fazlagereğive önemivardır.Depresyon, günümüz dünyasındaen sık görülen ruhsal bozukluktur.Yapılan bazı araştırmalar sonucunda, ülkemizdedepresyonun yaygınlık oranı %9-20 olarak saptanmıştır. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre herhangi bir anda dünyada 100 milyon insan depresyondadır. Depresyon yaygın oluşunun yanı sıra, yol açtığı yeti yitimi ve riskler nedeniyle de önem taşımaktadır. Tüm dünyada yeti yitimine neden olma bakıımındanilk üç sıraya girmektedir. Depresyon kişilerin mesleki başarınındüşmesineve iş kayıplarına, cinsel bozukluklara yol açarak evlilik sorunlarına, durumun etkisinden kurtulmak, kendini rahatlatmak için alkol ve uyuşturucu maddelere yönelmesine, sonucunda trafik kazalarına, kavga ve suça yönelmeye, ruh sağlığıbozuk çocuklara ve ruh sağlığı bozuk bir toplumunoluşmasınayol açmaktadır. Depresyondaki kişilerde sağlık harcamaları da daha yüksektir ve yaşam kalitesi ileri düzeyde bozulabilir. Tedavi edilmezse, özellikle ağır depresyonda, intihar riski vardır. Depresyondaki hastaların yaklaşık 2/3' si intihar etmeyi düşünür ve %10-15'i intihar girişiminde bulunur.Depresyon herhangi bir zamanda ortaya çıkabilir. Ama sıklıkla 24-40 yaşları arasında görülür. Her 4 kadından biri ve her 10 erkekten biri hayatlarının bu döneminde depresyonla tanışırlar. Depresyon bütün sosyal katmanlardan insanlarda görülebilmektedir.Yani sosyoekonomik düzey veya konumla ilgisi yoktur.Tüm insanların yaklaşık beşte biri yaşamları boyunca en az bir kez depresyon geçirirler.Hangi durumlarDepresyon riskini artırır ?Daha önce geçirilmişbirdepresyon öyküsüAilede depresyon öyküsü, intihar girişimiAlkolve/beyamadde kullanımıKadın olmakKronik fiziksel bir hastalığınolmasıSosyal destek sistemlerinin yetersizliğiYalnız yaşamakBaşka bir psikiyatrik bozukluk olmasıZorlayıcı yaşam olaylarıTravmatik çocukluk dönemiErken dönemde (11 yaşından önce) anne kaybıDepresyonkendini nasıl belli eder?Üzüntü duygusu, çökkünlük haliKendini yalnız, güvensiz hissetmeİçe kapanma, çevre ile ilişkide azalma, kopmaBir çok şeye karşıilgi kaybıArtıkhiç bir şeydenzevk alamamaİsteksizlikKaramsarlıkHuzursuzluk, sıkıntı ya da sinirlilikDeğersizlik ya da suçluluk duygularıUykusuzluk ya da aşırı uykuİştahsızlık ya da aşırı yemek yemeEnerjide azalma, yorgunluk, bitkinlikCinsel ilgi, istekve zevkte azalmaKararsızlıkDikkat dağınıklığıDikkati toplamada güçlükÖlüm-intihar düşünceleri ya da girişimiHer insan bu duygu durumlarını zaman zaman yaşayabilir. Amaeğer,bireyiki hafta gibi bir süredir hemen,hemen her gün yaklaşık gün boyu süren bir biçimde bu belirtilerden bazılarını yaşıyorsa, depresyonda olabilir.”Depresyonda mıyım?”sorunuza cevap bulmak içinHemen hemen her gün ve günün büyük kısmında çökkün, üzüntülü, kederli duygudurumundaysanız,Her zaman yaptığınız şeylerden eskisi gibi zevk alamıyorsanız,Çevrenizde olup bitenlere karşı ilginiz azaldıysa,Hemen her gün yakınlarınızın da fark ettiği şekilde konuşma, düşünce ve davranışınızda yavaşlamadan yakınıyorsanız,Karar vermekte, etkinliklere başlamakta ve sürdürmekte zorluk çekiyorsanız,İştahınızda azalma veya artma varsa ve istemediğiniz halde kilo alıyor veya veriyorsanız,Hemen hemen her gün uykuya dalmakta veya uykuyu sürdürmekte güçlük çekiyor ya da sabahları istemediğiniz halde erken uyanıyorsanız,Yorgunluk, halsizlik, bitkinlik ve enerji kaybınız olduğunu hissediyorsanız,Bedeninizde nedeni bulunamayan ağrılar, nefes darlığı, baş dönmesi, mide bulantıları, gaz hissi, ishal-kabızlık dönemleri gibi yakınmalarınız varsa,Cinsel isteğiniz azalmışsa,Düşüncelerinizi belli bir konuya yoğunlaştırmakta güçlük çekiyorsanız,Zihninizin karmakarışık olduğunu hissediyor,basit bir kararı vermekte bile zorlanıyorsanız,Kendinizi değersiz, kendini beğenmeme veya suçluluk duyguları yaşıyorsanız,Yineleyen biçimde "ölsem de kurtulsam " diye düşünüyorsanız,Aklınıza intihar düşünceleri takılıyor veya intihar planları yapıyorsanız,depresyonda olma olasılığınızyüksek demektir. Bir uzman desteği almanız bu durumuzarar görmeden, kısa sürede atlatmanıza yardımcı olacaktır.Devamını oku

Yayınlanma: 07.03.2021 14:06

Son Güncelleme: 07.03.2021 14:12

Hayat üstümüzeüstümüze geldiği, sorunlar boyumuzu aşıpdaçözüm bulamadığımız,kendimizi çaresiz, yetersiz hissettiğimiz anlarda geçmişe gitmek, çocukluğumuza dönmek ve orda kalmak isteriz.“Keşke yine çocuk olabilsem ve hep çocuk kalabilsem!”. Biz yetişkinlerin çok defa dile getirdiği, arzuladığı ve olmayacağını bile bilekeşke bir mucize olsa diye dileği...Sabırsızlıkla beklediğimiz yetişkinliğe erişince neden geçmişe dönme isteği ve özlemi duyarız? Çocukluğa, çocuklara özeniriz?Çocukken bize uygulanan yasaklardan, kısıtlardan kurtulmak ve her istediğimizi anne-babamıza sormadan, izin almadan yapabileceğimizi ve çok özgür olabileceğimizi düşündüğümüz için isteriz bir an önce büyümeyi.Ama büyüdükçe sınırların, kısıtların, hoşgörüsüzlüğün ve sorumlulukların arttığını asıl özgürlüğün çocuklukta olduğunu anlarız,ancak iş işten geçmiştir.Çocuklar özgürdür, çünkü spontandır (kendiliğinden). Çocuk kendini oynar, içinden, yüreğinden ne geçiyorsaçekinmeden, utanmadan, korkmadanonu dile getirir. Henüz “ kalıplanmış “ değildir.Çocuk doğuştan sahip olduğu spontanitesi (kendiliğindenliği) sayesinde sınırsız hayal gücüneve yaratıcılık potansiyelinesahiptir. Oyunlarında kendilerine sınırları olmayan yepyeni dünyalar kurar, bu oyun anını birbirleri ve oyuncaklarıyla gerçekmişcesine yaşarlar.Zaman içinde aile, toplum/çevre tarafından yapılan ayıp, günah gibi değerlendirmeler ve konan yasaklar, kısıtlar-sınırlar sayesinde sahip oldukları buspontan davranış biçimi, köreltilip yok edilmeye çalışılır.Çocuklar, önce ailenin sonra da eğitimcilerin kafalarında oluşturdukları modellere uygun hale getirilmeye yani kalıplanmaya başlar. Böylece içlerinden geldiği gibi değil de çevrenin, toplumun istediği şekilde hareket eden bireyler olmaya başlar.Özgürlük de üstü toprakla örtülüp, geçmişe gömülen hayal gücü ve yaratıcılık potansiyelinin yanında yerini alır.Doğumdan, ölüme kadar ki yaşam sürecimizde,insan olarak hepimizin temel amacı; mutlu olmaktır. Yani, yaşamı doya doya yaşamak, yaşamdan keyif almak, varolmamızın gereklerini yerine getirmektir. Bunu gerçekleştirebilmek için de temel ihtiyaçlarımızı karşılamamamız, tatmin etmemiz gerekir. En temel ihtiyacımız olan “fiziksel” ihtiyaçlardan başlayarak, en üst seviyedeki “kendini gerçekleştirme” ye kadar olan aşamadaki en küçük bir eksiklik, temel amacımız olan “mutluluğa” gölge düşürür. Her bireyin eksikliğini hissettiği ihtiyaç, onun için en değerli ve önemli gereksinimdir. Günlerdir aç olan “A kişisi” için karnını doyurabileceği bir parça yiyecek en değerli ihtiyaçken, varlık içinde yaşayan, maddi hiç bir eksiği olamayan “B kişisi” için gerçek bir dosta sahip olamamak en büyük eksikliği oluşturur. Yemek, içmek, nefes almak gibi en temel ihtiay olan fiziksel gereklerin karşılanması, güven-emniyet, sevgi, saygı gibi daha üst aşama gereksinimlere geçebilmeyi sağlar. Tüm bu ihtiyaçların yeterince karşılanmasından sonradır ki en üstteki“kendini gerçekleşme”aşamasına geçilebilir. Kendini gerçekleştirmek; üretmek, yaratıcılığını ortaya çıkarabilmek, yaşama, topluma, evrene katkıda bulunabilmektir. Olanakların yetersizliği gibi çeşitli etkenlerle toplumda bu aşamaya gelebilen birey sayısı az olabildiği gibi fiziksel, ruksal ve sosyal gereksinimlerini yeterli oranda karşılayabildiği halde kendini gerçekleştirmekte sorun yaşayan, bunu sıkıntısıyla savaşan da birçok insan var maalesef.Çünkü çocukluktan itibaren bastırılmaya çalışılanspontanlık (kediliğindenlik), yaratıcılığın ortaya çıkarılmasında engel teşkil etmektedir.Engellenmiş, kısıtlanmış yaratıcılık yeteneği,“Yaratıcılık Nörozlarına”neden olur. Bu kişiler belirli zeka düzeylerine, özel bazı yeteneklerine rağmen yaşamda pasif kalır, mevcut potansiyallerini geliştiremez ve“kendilerini gerçekleştirmezler”.Yaratıcılık nörozu sergileyen kişilerin hem kendileri ile barışık olma şansları azalır, hem de çevrelerindeki kişilerleyapıcı ve yaratıcı iletişim kurmaları güçleşir.Bu sorunları giderebilmenin ilk adımı bu kişilerin spontanlıklarını artırarak, yaratıcılıklarını kullanmalarına fırsat tanımaktır.Anne babave eğitmenlerinen önemligörevi, yetişmesinden sorumlu oldukları çocuk ve gençlerin spontanlıkları öldürmeden, anlamsız kısıtlamalar, engeller koymadan, onların içindeki cevheri, yaratıcılık potansiyelini ortaya çıkarmalarına yardımcı olmak olmalıdır.Bunun için de çoçuğun hayal gücünü harekete geçirecek, yeteneklerini ortaya çıkaracak farklı deneyimlere, çalışmalara teşvik etmek, ayıp, günah, kötü gibi nitelemelerle önüne duvarlar örmemek, sınırlarını daraltmamak gerekir. Kafamızda oluşturduğumuz modele uygun davranışları çocuktan beklemek,onun kendisi olma, kendi gibi davranmasına en büyük engeldir.Sürekli engellemeler, kısıtlarla karşılanan çocuk zaman içinde kendi olmayı bırakıp, anne babanın, çevrenin toplumun istediği birey olma yolunda yürümeye ve mutsuzluğun tohumları atılmayabaşlar. Bu çocuk yetişkin olduğunda her türlü ihtiyacı karşılanmış bile olsa kendi olma, kendi gibi davranmayı unutmuş, içindeki cevherlerin, sahip olduğu potansiyelin üzerini örtmüştür. Örtülen şey, görülmez; görülmeyen şey, yok farz edilir.Dolayısıyla, kendini gerçekleştirme aşamasına gelmiş, her şeye sahip olduğu halde bir türlü kendini mutlu hissedemeyen bireylerin toplumu oluşur. Bu bireyler, kendileri bile neden mutsuz olduklarının farkında değildir. “Her şeyim var, her şeye sahibim ama neden mutsuzum” diye kendini sorgulayanlar ya da ben neden “A” nın, “B” nin sahip olduklarına (ihtiyacı olmadığı halde) sahip değilim, ben de sahip olmalıyım diye gereksiz rekabet içine giren doyumsuzlar ordusunun bir neferine dönüşüyorlar. Günümüzün acımasız rekabet ortamı ve tüketim çılgınlığını teşvik edenstratejiler de bireyleri böyle davranmaya daha da zorluyor. İnsanların sahip oldukları olanaklarının artmasına rağmen her geçen gün daha mutsuz olmaları ve hala bu kısır döngü içinde savrulmaları kendileri, gerçek ihtiyaçları hakkında ne kadar yetersiz içgörüye sahip olduklarının göstergesidir.Bu bireylerin, mutsuzluğunun çözümü kendini tanımaktan, farkındalığın artmasından ve içgörü kazanmaktan geçer. Farkındalığını artıran, içgörü geliştiren birey, neye ihtiyacı olduğunun ve nelere sahip olduğunun bilincindedir.Anlamsız tüketim peşinden koşmayan ya da kendini, sahip olduklarını karşılaştırmayandır. Sahip olduğu potansiyeli üretmek, yaratmak, yeni şeyler ortaya koymak ve bunları insanların yararına sunmak için uğraşandır. Bu düzeydeki kişi kedini gerçekleştirme aşamasına gelebilmiş mutlu azınlıktır.Bu mutlu azınlığın içinde var olmaya,gerçek ihtiyaçlarımızın farkında olarak, bastırılmış, örtülmüş spontalığımızın üzerindeki örtüyü kaldırarakbaşlayabiliriz. Çünkü doğuştan getirdiğimiz ve evrensel bir meleke olan spontalık yok olmaz, sadece kullanılmadığından biraz tozlanmış ve paslanmış olabilir. Sınırlarımızın,ördüğümüz duvarların farkında olup bunları yıkarak işe başlayabiliriz. Kendini tanıma, kişisel gelişim ve spontanite konularında eğitim almak, çalışmalara katılmak, kaybedilen spontanlığın yeniden kazanılması ve çocuk özgürlüğümüze ulaşma için yardımcı olabilecek yöntemlerdir.Devamını oku

Yayınlanma: 21.01.2021 21:57

Son Güncelleme: 07.03.2021 14:09

"O DAHA ÇOCUK, KENDİ BAŞINA KARAR VEREMEZ"‘Sorumluluk’ kelimesi bize ne anlam ifade ediyor? Bir başka deyişle, sorumluluğunu bilen bir çocuktan neler bekleriz?İlköğretim dördüncü sınıfa giden bir öğrencinin annesi çocuğuyla övünürken şöyle diyordu: "Benim oğlum sınıfının birincisidir. Derslerini bitirmeden içi rahat etmez. Sözümüzden dışarı çıkmaz. Nazik ve saygılıdır. Odası ve eşyaları daima temiz ve düzenlidir. Boş zamanlarında müzik dersleri aldırıyoruz, çok iyi piyano çalar. Elimizden geldiğince ona herşeyin en iyisini vermeye çalışıyoruz. Kısacası, beyefendi, benim oğlum sorumluluklarını bilen bir çocuktur."Anneyi dinledikten sonra, "Hanımefendi," dedim, "bu saydığınız özellikler bizim pedagojik anlamda ifade ettiğimiz sorumluluk kavramına girmez. Biz, sorumluluk derken daha başka şeyler kastederiz. Pedagojide çocuğunuzun müzik dersleri alması fazla önemli değildir. Önemli olan, müzik dersleri almaya kendisinin karar verip vermediği, yani buna istekli olup olmadığıdır."Anne bu açıklamamı anlamsız bulmuş olacak ki, itiraz etti: "O daha çocuk efendim, kendisi nasıl karar verecek?" (Evet, anne babaların çocuk adına karar verirken sığındıkları savunma budur: "O daha çocuk, kendi başına nasıl karar verecek?")Anneye sordum: "Çocuğunuzun derslerine yardım eder misiniz?"Hanımefendi gururla cevap verdi: "Elbette, dersleri o kadar ağır ve ödevleri o kadar çok ki, bizim yardımımız olmadan bitiremez." (Evet, çoğu anne babalar da böyle yapıyor, çocuklarının ödevi bitmeden içleri rahat etmez.)Sormaya devam ettim: "Çocuğunuz yazılı veya sözlü bir sınavdan düşük not aldığını söylese ne yaparsınız?"Anne böyle bir soru beklememiş olacak ki, şaşırdı. Sesini yükselterek, "Benim çocuğum zayıf not almaz" dedi, "çünkü o çok çalışıyor." (Evet, çoğu ailelerde çocuğun zayıf not alma özgürlüğü yoktur. Zayıf alan çocuk sorumluluğunu yerine getirmemiş sayılır, bu yüzden cezayı veya en azından azarlanmayı hak etmiştir.)Sorumluluk ile kişilik birbirini tamamlayan iki özelliktir. Kişilik sahibi olunmadan sorumluluk kazanılamaz. Peki, nedir kişilik? Söz sahibi olmak, kendi başına karar verebilmek, istemediği bir teklifle karşılaştığında ‘hayır’ diyebilmek, adam yerine konmak, kendisine saygısı ve özgüveni olmak, sevildiğini ve önemsendiğini bilmek... Bir öğrenci çok çalışıyor, iyi notlar alıyor, anne babasına ve öğretmenlerine karşı saygılı davranıyor olabilir; bu onun sorumluluk sahibi biri olduğu anlamına gelmez.Sorumluluk duygusu ana rahminde başlar dersem, fazla abartmış olmam. Son araştırmalar, ana rahmindeki embriyonun annenin duygularını hissettiğini ve paylaştığını gösteriyor. Buna göre, irade dışı ana rahmine düşmüş bir embriyo annenin hamileliği arzu etmediğini hissedecek, doğumdan sonra anneye karşı evlatlık sorumluluğu duymayacaktır."ONUN İÇİN DOĞRU OLANI YAPIYORUZ"İstenen ve arzu edilen bir çocukta neden sorumluluk duygusu gelişmez? Çünkü, anne baba, "Çocuktur, anlamaz; biz onun adına doğru olanını yapıyoruz" diyerek çocuğun bütün sorumluluklarını üzerlerine alırlar. Yemeğinden giyimine, ev ödevlerine, hobi ve arkadaş seçimine kadar, çocuk adına herşeye anne baba karar verir. Bu kararlara uyan çocuk sevilir, uymayan çocuk sevilmez. Eğer anne "Tabağındakini bitirmeden sofradan kalkmayacaksın!" diyorsa, yemeği sevmediği veya tok olduğu halde tabaktakini bitiren çocuk, söz dinleyen, sevilen, uysal, sorumlu bir çocuktur. "Hayır, ben bu yemeği sevmiyorum; sevmediğim bir yemeği bitirmek zorunda değilim!" diyen çocuk da sevilmeyen, dikbaşlı, sorumsuz bir çocuktur. Bir gün erkek kardeşimin evinde iken, gelin hanımın elinde yemek dolu kaşıkla çocuğu kovaladığını gördüm. Sizin anlayacağınız, zorla yemek yedirmeye çalışıyordu. Gülerek çocuğa seslendim: "Koş aslanım, yakalanma; acıkma özgürlüğü adına koş!"Konferanslarımda hanım dinleyicilerime (kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla kabilinden) diyorum ki: "Eğer yemek seçen, her yemeği beğenmeyen mızmız bir kocanız varsa, bunun sorumlusu kaynanalarınızdır. Adamcağıza çocukluğunda acıkma özgürlüğü tanımamış, zorla ağzına mama ve yemek tıkıştırmışlardır."Anne baba ile çocuklar arasında, kişilik ve sorumluluktan kaynaklanan problemler çoğunlukla ilkokuldan sonra başlıyor. İlkokul sıralarında bize gelip de çocuklarının ders çalışmamasından ve söz dinlememesinden yakınan veliler çok azdır. Anne baba ile çocuk arasındaki çatışmalar neden daha önce değil de ortaokul ve lise sıralarında ortaya çıkar acaba?Millî Eğitim Bakanlığı müfettişleri ilkokul ve ortaokul kelimelerini telaffuz etmemize kızıyorlar, "İlkokul ve ortaokul yok; ilköğretim var!" diyorlar. Kendi açılarından haklı olabilirler, ancak çocuk davranış bilimleri açısından bir yıl bile uzun bir zamandır. Öyle ki, çocuk gelişimini anlatırken bazen aylara inmek zorunda kalırız. Sekiz yıl gibi uzun bir zamanı ‘ilköğretim’ adı altında nasıl tek peryotta ele alabiliriz? İlkokul ile ortaokulu ayırmadığımız zaman ‘ön-ergenlik’ çağını anlatamayız.Çocukların ders çalışmamaları ve söz dinlememeleri, bir başka deyişle anne baba ile çatışmaya girmeleri, ön ergenliğe geçişte (12-14 yaşlarda) başlıyor. Bu da, tahmin edeceğiniz gibi, ortaokul sıralarına rastlıyor. Peki, ergenliğe geçişte bütün çocuklar anne baba ile çatışma yaşar mı? Hayır, hepsi yaşamaz. Kişiliği gelişmiş, kendine güveni olan, ailede kendisine değer verildiğini ve sevildiğini bilen, sorumluluk duygusu kazanmış çocuklar ergenliğe geçişi kolay atlatırlar. Bu çocuklara ders çalışmalarını hatırlatmaya, tepelerine dikilip ödevlerini yaptırmaya gerek kalmaz.Çocukta kişilik gelişimi doğumdan itibaren başlar ve altı yaşlarında büyük çapta tamamlanmış olur. Buna göre bir çocuk okula ya silik, bağımlı, gölge bir kişilik ya da kendine özgüveni olan, sorumluluk sahibi, bağımsız bir kişilik kazanmış olarak başlar.Gölge kişilikli çocuk anne baba yardımı olmadan ödevlerini yapamaz. Devamlı anne baba kontrolünde ders çalışır. Okulda öğretmeninden ‘aferin’ veya ‘yıldız’ aldığı zaman eve gelir gelmez anne ve babasına aldığı ‘aferin’i ve ‘yıldız’ı haber verir, onları sevindirir. Çünkü bu aferin veya yıldız kendisine ait değil, anne babaya aittir. Güdümlü bir kişiliğe sahip çocuklar ders çalışma alışkanlığı kazanamadıkları gibi, aldıkları başarılardan da zevk duymazlar. Başarı gibi görünen bütün çabaları anne babalarını memnun etmek ve onların sevgisini kazanmak içindir. Sınavda zayıf aldıkları zaman, zayıf aldıkları için değil, anne babanın sevgisini ve desteğini kaybetmekten korktukları için üzülürler."HAYIR, ÖYLE DEMEKİSTEMİYORSUN"Anne baba olarak çocukların duygularını rahatça ifade etmelerine izin vermediğimiz zaman ilk hatamızı işlemiş oluyoruz. Dört yaşlarında bir kız çocuğu, yeni doğan kardeşini kıskandığını şu sözlerle açığa vuruyordu: "Anneciğim bu çirkin bebeğin ağlamaları beni sinir ediyor, götürüp hastaneye geri verelim." Anne, gülerek, "Aslında bunu yapmamızı istemiyorsun, değil mi? Daha bu sabah kardeşini sevdiğini söylemiştin, unuttun mu?" diyerek çocuğun duygularını bastırıyordu. Anne burada gerçek dışı davranmış, çocuğun duygularını inkâr etmişti. Bu yaklaşımla çocuğun kıskançlık duygusunu yok edeceğini zannediyordu. Anne, çocuğun duygularını inkâr etmek yerine şöyle diyebilirdi: "Neden onu hastaneye geri götürmemizi istiyorsun? Yoksa onu senden daha çok sevdiğimizi mi sanıyorsun?"Bir öğretmen arkadaş anlatıyor:"Okumuş insanlar olarak biz bile çocuk eğitiminde hata yapıyoruz. Dün akşam, ilkokul üçüncü sınıfa giden kızımla eşim arasında geçen bir çatışmaya şahit oldum. Kızım yatmaya giderken annesi bağırdı: ‘Ödevini yaptın mı?’ Çocuk kızgın bir ses tonuyla ‘Evet yaptım!’ diye karşılık verdi. Annesi, ‘Ama ben görmedim’ dedi. Çocuk sesini iyice yükselterek, ‘Yaptım diyorum ya!’ diye bağırdı. Kızım tepki göstermekte haklıydı, annesi kendisine güvenmediği için onuru incinmişti. Ancak eşim mantıklı düşünmek yerine otoritesini kullanmaya yöneldi: ‘Bacak kadar boyunla annene nasıl cevap veriyorsun, gelirsem yanına o bağıran ağzını yırtarım!’ Çocuğun yanında eşimi eleştirmek istemediğim için yumuşak bir sesle, "Hanım, kızımız yalan söylemez, yaptım diyorsa yapmıştır, birbirinizi üzmeyin" dedim. Eşim aynı kızgınlıkla bana döndü. ‘Bu çocuğu sen şımartıyorsun! Senden yüz bulduğu için bana böyle cevap veriyor,’ dedi. Bu şartlar altında problemi çözmek mümkün değildi. Ne yapacağımı bilemedim. Üçümüz de gergin bir gece geçirdik."Çoğu anne babalar çocuğa nasıl yaklaşacaklarını bilemiyorlar. Kaş yapayım derken göz çıkardıklarının farkında değiller."O ZAYIF ALIYOR,BEN ÜZÜLÜYORUM"Çocuk ilkokula başladığı günden itibaren, sanki okula başlayan kendileriymiş gibi, bütün sorumluluğu anne baba üstlenir. Ödevini yapmadığı zaman anne baba huzursuz olur. Çocuğun tepesine dikilip ödevini yaptırmadıkça içleri rahat etmez. Aslında çocuk adına sorumluluğu üstlenme tâ bebeklikten itibaren başlar. Anne yedirir, anne giydirir, anne tuvalete götürür. Çocuk adına herşeye anne baba karar verir. Çocuğa seçme hakkı verilmez. Tok olduğu halde anne elinde kaşık çocuğun ağzına zorla mama tıkıştırır. Üşümediği halde üstüste kazak giydirerek çocuğu terletir. Çocuğa hediye verildiğinde, çocuktan önce anne baba atılır: "Amcaya teşekkür et."Her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan, yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar gölge bir kişiliğe sahiptir. Anne babaya sormadan bir iş yapamazlar, kendilerine güvenleri yoktur. Karşılaştıkları bir problemi çözmekte güçlük çekerler. Böyle çocuklarda okul korkusu çok yaygındır, okula uyum sağlamakta zorluk çekerler.Sorumluluk duygusu kişilik gelişimiyle doğrudan orantılıdır. Duygularını, tepkilerini rahatça ifade etmesine, gerektiğinde ‘hayır’ demesine izin verilmeyen çocuklarda bağımsız bir kişilik gelişmediği için sorumluluk duygusu da kazanamazlar. Aşırı korumacı ve müdaheleci anne babalar çocuklarında köle bir kişilik geliştirdiklerinin farkında değildir. Kendi anne babalarından böyle gördükleri için çocuk yetiştirmenin doğru yolu bu zannederler. Baskı ve yönlendirme ile büyüdükleri için kendi duygularıyla bile nasıl başa çıkacaklarını bilemezler.Yeni evlenen okuyucularıma derim ki, bari anne ve babalarınızın düştüğü hatalara siz düşmeyin. Çocuk eğitiminde yapılan hataları sonradan telafi etmek mümkün değildir, çünkü çocuğun kişiliğine işlemiş bulunmaktadır. Aşırı koruma ve müdahele ile çocuklarınızın kişiliğini öldürmeyin. Ölü kişilikli, köle ruhlu insanların ne kendisine, ne insanlığa bir faydası olur. Köle zihinli insanlar, emir almaya ve aldıkları emri yerine getirmeye alıştıkları için ancak dikta rejimlerinin işine yarar.Çocuklarınızda sorumluluk duygusunu geliştirmek için neler yapıyorsunuz? Bazı anne babalar çocuklarına bir evcil hayvan alıp bakımını üstlenmesini sağlıyorlar. Böylece sorumluluğunun gelişeceğine inanıyorlar. Ama bu çok eksik bir yöntem. Sakıncaları da olabilir. Çünkü çocuk sadece kendisine ait varlıklara karşı duyarlı kalabilir. Çevresinde olup bitenlere karşı herhangi bir sorumluluk hissetmeyebilir.Öncelikle kendinizi eğitmelisiniz. Sizin davranışlarınızda çocuk ne görüyorsa onu kapacaktır. Siz sokağa çöp atıyorsanız çocuğunuz çevre temizliğine karşı duyarlı olmayacaktır. Çöp atmayı sadece evde biriken çöpler olarak anlamayın. Sokakta yürürken yediğiniz bir şeyin kâğıdını yere atmak da sokağa çöp atmak demektir.Trafik kurallarına uyma sorumluluğunuz ne derecede yerinde? Çocuğunuz bu konuda sizi iyi örnek alabiliyor mu?Sağlığınıza çok önem veriyor musunuz? İçkiden sigaradan uzak duruyor ve bunların insan sağlığına ne denli zararlı olabileceği konusunu çocuklarınızın yanında ara sıra gündeme getiriyor musunuz?Evinizde eşinizle görev dağılımı yapıp her biriniz üzerinize düşen görevleri titizlikle yerine getiriyor mu?Hasta yakınlarınızı ziyaret edip onların bir ihtiyacı olup olmadığını soruyor musunuz?Aile büyüklerinize ve komşularınıza olan sevginiz, saygınız ve onlarla olan iletişiminiz ne kadar sağlıklı?Faziletli davranışları her gün uygulamak için vesileler arıyor musunuz? Hani Müslümanlıkta vardır “Bugün Allah için ne yaptın?”.. Bir de hayırlı işler yapıp sevap kazanma gayreti. Aynen dindar Müslümanlar gibi (ister Müslüman olun ister olmayın) her gün kendinize ve diğer insanlara, hatta hayvanlara ve bitkilere faydalı olabileceğiniz aktiviteler arayın bulun yapın. Çocuğunuz sizden bunları görmeli.Bütün bunları siz yaşamalı ve “yaşadığınız güzellikleri” çocuğunuzla birlikte yaşayarak, bunların önemini çocuğunuza anlatarak onlardaki sorumluluk duygusunu ancak bu şekilde geliştirebilirsiniz.Çocuğunuzda sorumluluk duygusu geliştirmek sizin aslî görevinizdir. Böyle ciddi bir vazifeyi okuldan, öğretmenlerden beklemeyin. Onlar zaten elinden geleni yapacaklardır ama çocuk sizde gördüklerini hayatına geçirebilir.Bazı önemli tavsiyeler:1- Çocuğunuzla alışverişe çıkın. En başta ona şu kadar paramız var, bunun tümünü harcamamalıyız ki önümüzdeki günlerde daha rahat edelim gibi sözler söyleyin. Alışveriş ederken almayacağınız bir şeyi çok beğenmiş gibi yapın. Sonra bunu almakla parayı boşa harcayacağınızı, esas gerekli ihtiyaçlarınızı alamayacağınızı ona anlatın. Bir yandan da o şeyi almadığınız için üzülmüş gibi yapın. Çok istiyorum çok sevdim ama almamam gerekiyor deyin. Böylece çocuğunuz sizden hem sorumluluk duygusu kazanacak hem de iradesini kullanmayı öğrenecek.Alışverişte ona “marka” giysilerle sıradan giysiler arasında aslında fark olmadığını ama marka giysilerin ne kadar pahalı olduğunu uygulayarak gösterin. Marka olmayan bir eşya alarak fiyat farkı ile ne kadar kazançlı olduğunuzu çocuğa anlatın, sonra o fark parayla ona çok sevineceği bir şey alın. Aldıktan sonra “Bak eğer o pahalı şeyi alsaydık sana bunu alamazdım” deyin. Böylece küçük yaşta marka özentiliğinden onu kurtarmış olursunuz.2- Maddi durumunuz iyi olmasa bile mutlaka yardım edebileceğiniz insanlar vardır. Ayda bir iki defa yoksul bir çocuğa veya yetişkine onun ihtiyaç duyduğu bir şeyler hediye ederek insanlara yardım etmenin, insan sevindirmenin mutluluğunu çocuğunuza tattırın ve aşılayın. Ayrıca kendisi kadar şanslı olmayan çok sayıda insanlar olduğunu çocuğunuza iyice belletin.3- Çevrenizde sokakta yaşayan hayvanlar varsa onları çocuğunuzla beraber doyurun. Bu hareketin ne kadar güzel olduğunu anlatın.4- Akranlarıyla iyi geçinme, dost kazanma ve dostlarına faydalı olma yönünde çocuğunuza iyi tavsiyeler verin. İnsanın arkadaşına karşı olan sorumlulukları anlatın. Uygulamasını sağlayın. Arkadaşlarıyla oynarken ise aralarına girmeyin, izlemiyormuş gibi yapın. Yanlışları varsa daha sonra düzeltmeye çalışın. Gerekiyorsa psikologlardan yardım almaktan çekinmeyin, bunu ihmal etmeyin.5- Çocuk yetiştirirken zerre kadar kız erkek ayrımı yapmayın. Elbette kıyafet ve saç şekli açısından farklılık gözeteceksiniz. Ama şu erkek işidir, şu kız işidir gibi şeyler öğretmeyin. Ev işlerini yapmada ikisini de aynı şekilde görevlendirin. Önce çok kolay ev işlerini az yaptırın, yaşları ilerledikçe daha zor ev işlerini çocuklarınızla beraber yapın. Çok zengin bile olsanız her işinizi temizlikçilere bırakmayın. Ailecek ciddi ve kararlı görev dağılımları ile bütün ev işlerinizi beraber yapın. Aile bütünlüğü, aile içi yakınlık gibi güzellikleri çocuklara verebilmek için bu çok iyi ve etkili bir yoldur. Bu şansı sakın elden kaçırmayın.Çocuğa Sorumluluk KazandırmaSorumluluk bireyin yaş,cinsiyet ve gelişim düzeyine uygun olarak yüklendiği yüklenmek zorunda olduğu görevleri yerine getirmesidir.Bu duygu erken çocukluk devrelerinden itibaren çocukta gelişir. İki buçuk yaşından itibaren,çocuğun döküp saçacağını bile bile ona kendi başına yemek yeme fırsat tanıma,döktüğü oyuncaklarını toplamasını bekleme,kendi odası ve yatağını kabullenmesini sağlama sorumluluk alma sürecinde çocuğu cesaretlendirir ve olumlu yol kat etmesini sağlar.Böylece çocuk kendini yöneteceğinden güven duygusunu kazanır.Aile içi iletişim -etkileşim sonucunda çocukta "ben değerliyim"ya da "ben değersizim" DUYGUSU GELİŞİR.Çocuğun kendini önemli hissetmesi onun kişilik gelişimi veya sosyal ilişkileri açısından önemlidir.Çocuğun kendini değerli olarak görmesi,öncelimle yakın çevresinden kabul görmesine bağlıdır.Bunun içinse çocuğa uygulama fırsatı tanınmalıdır.Dilendiğince giyinen,giysisini seçen ,istediği resmi yapan,yemeğini baskısız yiyen,hareketlerine katı sınırlar getirilmeyen,kişiliğine saygı gösterildiğini gören ve kendini özgürce ifade eden çocuk "ben değerliyim"diye düşünür.Bu da onu başarılara ve yeni atılımlara,dolayısıyla sorumluluk almaya yönlendirir.Çocuğa kendine yetmeyi ve kendini yönetmeyi öğretmek gerekir.Ona özgür bir ortam hazırlamalı,ayakları üzerinde durmayı,kendi kanatlarıyla uçmayı öğretmelidir..Çocuğun yaşına ve gelişim düzeyine uygun sorumluluklar verilip,başarması için desteklenmelidir.Secim yapması engellenmelidir.Sorumluluk alanlarında çocuğun çabalarına saygı gösterip kendi başına düşünüp sorunları çözmesi sağlanmalıdır.Ebeveynler olarak neler yapmaliyiz?• Mesajinizi iletin :Öncelikle cocugunuz, sizin ondan ne istediginizi net ve acik bir sekilde bilsin..mesela,o "kardesinle kavga etmeni istemiyorum"o "odani toplamalisin"o "her gün bir saat ders calismani istiyorum"• Simdiye dek kullandiginiz ve bir ise yaramayan cezalandirma yontemlerini birakin.• Cocugunuza, istediginiz yapmaz ise sonucun ne olacagini ve bundan da kendisinin sorumlu oldugunu soyleyin. Mesela,o "kardesinle kavga edersen sinemaya gidemezsin"o "odani toplamazsan arkadaslarinla bulusamazsin"• Bu son ve en önemli asamadir..SOYLEDIGINIZ SÖZÜN ARKASINDA DURUN..ASLA YERINE GETIREMEYECEGINIZ SOZLER SARFETMEYIN..Muhakkak cocugunuz israrla istemediginiz sekilde davranacakti, ancak sizin dediklerinizi yapacagindan emin olursa davranisini degistirecektir.SAYET BIR KEZ TUTARSIZ DAVRANIRSANIZ. BUNU EN KISA ZAMANDA SUISTIMAL EDILECEGINI BILMELISINIZ.Siz tutarli ve kararli oldugunuz sürece, cocugunuz davranislarinin sonucundan kendisinin sorumlu oldugunu ve yapmasi gereken bir isi yapmaz ise sonuclarina katlanmasi gerektigini ogrenecektir..TOPLUMUMUZUN, DAVRANISLARININ SORUMLULUGUNU ALMASINI BILEN YETISKINLERE IHTIYACI VARDIR.  Özgüven, bir çocuğun kendisine yönelik iyi duygular geliştirmesi sonucu kendisini iyi hissetmesi demektir. Başka bir deyişle kendisi olmaktan memnun olması ve bunun sonucu kendisi ve çevresiyle barışık olması demektir.Kendine güven gösterilen çocuğun güveni gelişir. Üstelik kendine bağlanan umutları pekiştirmek, verilen olanakları değerlendirmek için güç ve çaba harcar. Bu nedenle, çocuklarla konuşurken kendilerine güvendiğimizi, onların seçiminin bizim için değerli olduğunu inandırıcı olarak belirtmeliyiz.Çocuğumuz bizden bir istekte bulunuyorsa ve bu istek kabul edilebilir bir şeyse, kısaca “evet” demek yerine, onun bir seçim özgürlüğü olduğunu vurgulayan sözlerle yanıt verebiliriz ;Çocukların Özgüvenlerini Geliştirmek İçin Neler YapılabilirEğer sen istiyorsan !Eğer gerçekten istiyorsan !Buna sen karar ver !Bu senin seçimine bağlı !Senin vereceğin karar benim için de geçerlidir !Var olmalarının sizin için ne kadar önemli olduğunu onlara gösterin.Kendilerine olan özgüvenlerinde sarsıntı gördüğümüz an harekete geçin.Çocuğunuzun gerçek özgüveni sağlamasında yardımcı olun.Çocuğunuza kendisine has yeteneklerini ortaya çıkartmasında yardımcı olun.Yaptıkları ve ilgilendikleri şeylerin sizin için ne kadar önemli ve değerli olduğunu gösterin.Evinizde herkesin birbirine güveneceği bir ortam oluşturun.Çocuğunuza kendi davranışlarınızla örnek olduğunuzu unutmayın.Beklentileriniz çocuğunuzun seviyesinde olsun, onu aşacak beklentilerden kaçının.Çocuklarınıza sorumluluk verin..Sadece çok özel yetenek ya da başarılarına değil, her şeyine değer verdiğinizi ve taktir ettiğinizi belirtin.Ne yaparlarsa yapsınlar onları bağışlayın ve sevgi ile emniyette olduklarını hissettirin.Birlikte vakit geçirin.Onların özgüvenlerini sağlayacak sözlerde bulunun.Çocuğunuzla ilgili problemleri onu suçlamadan ya da onun karakterini eleştirmeden tartışın.Kendini değerli görmeyen çocuk (özgüveni olmayan) yaşadığı aile, çevre, okul ve toplum içinde problemlere sebep olur.Özgüven, özgür ve demokratik aile ortamlarında, olayların nedenlerini açıklayan anne ve baba yaklaşımıyla gelişebilir. Baskıcı ortamda, uyguladıkları kuralların nedenlerini çocuklarına açıklama gereği duymayan ailelerde, yeterince gelişmez.Sorumluluk Nedir ? Sorumluluk, başkalarının haklarına saygı göstermek ve kendi davranışlarının sonuçlarını kabul etmektir.Çocuğa sorumluluk vermek, kişilik gelişimine pozitif yönde etkileyen ve hızlandıran bir unsurdur.Uygun dozda (yaşına, cinsiyetine, fizik gücüne uygun) yüklenen sorumluluk;*çocuğun kendine güvenini arttırır,*paylaşma ve başarma duygularını tatmin eder,*insiyatif koyma, çevresini ve kendini organize ve kontrol etme becerilerini geliştirir.Çocuğa kendine yetmeyi ve kendi kendini yönetmeyi öğretin. Öyle bir özgür ortam hazırlayın ki, ayakları üzerinde durmayı, kendi kanatlarıyla uçmayı öğrenebilsin.Çocuğa yaşına ve gelişim düzeyine uygun görev ve sorumluluklar verin.Çocuğun seçim yapmasına izin verin.Sorumluluk alma konusunda çocuğun gösterdiği çabalara saygı duyun.Onu görev ve sorumluluklarıyla baş başa bırakın.Onun adına düşünmek yerine, kendi başına düşünmesini sağlayın. Sorununu çözmek yerine, kendi sorununu çözmesine fırsat vermeniz, çocuğunuzun sorumluluk duygusunu geliştirecektir.Çocuğunuza sevildiğini, istendiğini ve sizin için önemli olduğunu hissettirin.Çocuğunuza iyi davranmanız ve yumuşak bir sesle konuşun.Çocuğunuzun deneyim ve girişimlerindeki yanlış sorunları kırcı biçimde eleştirmeyin.Evde net kurallarınız olsun ve bunlar duruma, olaylara ve sizin içinde bulunduğunuz psikolojik duruma göre değişmesin.Sorumluluk ile kişilik birbirini tamamlayan iki özelliktir. Kişilik sahibi olunmadan sorumluluk kazanılamaz. Peki, nedir kişilik? Söz sahibi olmak, kendi başına karar verebilmek, istemediği bir teklifle karşılaştığında ‘hayır’ diyebilmek, adam yerine konmak, kendisine saygısı ve özgüveni olmak, sevildiğini ve önemsendiğini bilmek... Bir öğrenci çok çalışıyor, iyi notlar alıyor, anne babasına ve öğretmenlerine karşı saygılı davranıyor olabilir; bu onun sorumluluk sahibi biri olduğu anlamına gelmez.Sorumluluk duygusu ana rahminde başlar dersem, fazla abartmış olmam. Son araştırmalar, ana rahmindeki embriyonun annenin duygularını hissettiğini ve paylaştığını gösteriyor. Buna göre, irade dışı ana rahmine düşmüş bir embriyo annenin hamileliği arzu etmediğini hissedecek, doğumdan sonra anneye karşı evlatlık sorumluluğu duymayacaktır.Çocuk ilkokula başladığı günden itibaren, sanki okula başlayan kendileriymiş gibi, bütün sorumluluğu anne baba üstlenir. Ödevini yapmadığı zaman anne baba huzursuz olur. Çocuğun tepesine dikilip ödevini yaptırmadıkça içleri rahat etmez. Aslında çocuk adına sorumluluğu üstlenme tâ bebeklikten itibaren başlar. Anne yedirir, anne giydirir, anne tuvalete götürür. Çocuk adına herşeye anne baba karar verir. Çocuğa seçme hakkı verilmez. Tok olduğu halde anne elinde kaşık çocuğun ağzına zorla mama tıkıştırır. Üşümediği halde üstüste kazak giydirerek çocuğu terletir. Çocuğa hediye verildiğinde, çocuktan önce anne baba atılır: "Amcaya teşekkür et."Her ihtiyacı anne baba tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan, yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar gölge bir kişiliğe sahiptir. Anne babaya sormadan bir iş yapamazlar, kendilerine güvenleri yoktur. Karşılaştıkları bir problemi çözmekte güçlük çekerler. Böyle çocuklarda okul korkusu çok yaygındır, okula uyum sağlamakta zorluk çekerler.Sorumluluk duygusu kişilik gelişimiyle doğrudan orantılıdır. Duygularını, tepkilerini rahatça ifade etmesine, gerektiğinde ‘hayır’ demesine izin verilmeyen çocuklarda bağımsız bir kişilik gelişmediği için sorumluluk duygusu da kazanamazlar. Aşırı korumacı ve müdaheleci anne babalar çocuklarında köle bir kişilik geliştirdiklerinin farkında değildir. Kendi anne babalarından böyle gördükleri için çocuk yetiştirmenin doğru yolu bu zannederler. Baskı ve yönlendirme ile büyüdükleri için kendi duygularıyla bile nasıl başa çıkacaklarını bilemezler. Çocuk eğitiminde yapılan hataları sonradan telafi etmek mümkün değildir, çünkü çocuğun kişiliğine işlemiş bulunmaktadır. Aşırı koruma ve müdahele ile çocuklarınızın kişiliğini öldürmeyin. Ölü kişilikli, köle ruhlu insanların ne kendisine, ne insanlığa bir faydası olur.  (A. Çankırılı)Devamını oku

Yayınlanma: 21.01.2021 21:55

Son Güncelleme: 21.01.2021 21:55