Olmamış bir şeyi olmuş gibi gösterme hastalığı nedir?
“Eğer beynimizin sağ ve sol tarafları birbirinden bağımsız hareket etmeye başlarsa, hayal ve gerçeği ayırt edemeyiz. Beynin sağ ve sol kısımlarının bağımsız hareket etmesi olarak tanımlanan; Şizofreni, bireyin duygu düşünce ve davranışlarda anormal sapmalar yaşamasına sebep olur. Toplumdan uzaklaşma, olaylar karşısında fazla tepki verme veya tepkisiz kalma, mantıksız konuşmalar, konsantrasyon güçlüğü gibi belirtilerle yavaş yavaş ilerler..
Paranoid Şizofreni Nedir?
Paranoid şizofreni kendini daha çok birden fazla sanrı ya da sık işitme varsanıları ile gösterir. Yani ön planda daha çok pozitif belirtiler yer alır. Sanrılardan daha çok kötülük, düşmanlık görme (persekütuar) ve büyüklük (grandiyoz) sanrıları görülür. İşitme varsanıları çoğunlukla sanrıların içeriği ile ilişkili olur. Paranoid şizofreni katatonik ve dezorganize şizofreniye göre nispeten geç yaşlarda ortaya çıkar. Hastalar şizofreniye daha çok sosyal yaşamlarını kurmuş oldukları 20’li 30’lu yaşlarda yakalanırlar. O yüzden hastalığı daha rahat geçirir ve ego kaynakları diğer tip şizofrenili hastalara göre daha zengindir. Ayrıca paranoid şizofrenili hastalarda ruhsal beceriler ve duygusal katılım diğer tiplere göre daha çok korunmuştur. Paranoid şizofrenide davranışta gerileme de daha az görülür.
Paranoid şizofrenili hastalar şüpheci, gergin ve tetikte görünürler. Bazı kişilere aşırı resmi bazılarına da çok yakın durabilir ama genelde insanlara uzak duran bir tutum sergilerler. Tartışmacıdırlar, herkesten üstünmüş gibi davranırlar. Bilişsel işlevsellikleri ve duygulanımları görece sağlam kaldığından belirtilerini gizlemeyi ve toplumsal alanda idare etmeyi çok iyi başarırlar. Ancak provoke olduklarında özellikle beraber yaşadıkları kişilere karşı öfkeli ve saldırgan davranabilirler. İntihar girişiminde de bulunabilirler. Bazen de aile efradına farkında olmadan yaşadıkları sanrı ve varsanılardan söz edebilirler ama sorulduğunda inkâr ederler. Bu hastaların en önemli özelliği nöropsikolojik test performansında pek bozukluk gözlenmemesi ve tedaviye en iyi cevap veren şizofreni tipi olmasıdır.
Dezorganize (= Hebefrenik) Şizofreni Nedir?
Dezorganize şizofreni, bilişsel, ruhsal ve sosyal becerilerde belirgin gerileme (regresyon), dağınık (dezorganize) ve kontrolsüz (dizinhibe) davranışlarla karakterize bir şizofreni tipidir. Hastalar görünürde aktiftirler ancak hareketleri bir amaca ve işe yönelik değildir. Konuşma dağınıktır ve sıklıkla uygunsuz gülmeler ya da gülümsemelerle birliktedir. Duygulanımları donuk ya da uygunsuzdur. Yüz ifadelerinde grimas, mannerizm ve acayip mimikler gözlenebilir. Sanrı ya da varsanılar karma karışıktır ve belirli bir konu üzerinde yoğunlaşmaz. Dezorganize şizofreni genellikle 25 yaşından önce başladığından yıkanma, giyinme, yemek yapma gibi günlük yaşam etkinliklerini ileri derecede bozar. Nöropsikolojik ve bilişsel testlerde performans çoğunlukla düşüktür. O yüzden tedaviye cevabı en kötü olan şizofreni tipidir.
Katatonik Şizofreni Nedir?
Katatonik şizofreni motor işlevlerde belirgin bozulma ile karakterize bir şizofreni türüdür. Bu bozulmalar stupor, negativizm, rijidite, eksitasyon ve postür alma şeklindedir. Motor hareketler hareketsizlik (katatoni), aşırı motor etkinlik, aşırı negativizm, mutizm, istemli davranışlarda acaiplik, ekolali (karşıdakinin söylediğini tekrarlama) ve ekopraksi (karşıdakinin davranışlarını tekrarlama) şeklindedir. Motor hareketsizlik, katalepsi (balmumu esnekliği) ya da stuporla kendini gösterir.
Balmumu esnekliği hastaya bir pozisyon verildiğinde saatlerce o pozisyonda kalmasıdır.
Stupor da hastanın çevreye ve çevresel uyarılara duyarlığının kaybı veya azalması ile belirgin hareketsizlik ve yarı uyku halidir. Hasta sanki yarı koma halindedir ve hiçbir uyarana cevap vermez.
Aşırı motor etkinlik amaçsızdır ve dış uyaranlardan etkilenmez. Bazen “katatonik eksitasyon” adını verdiğimiz katatonik pozisyondayken yanından geçene tokat atmak, ayağını çekmek gibi deşarj hareketleri gözlenebilir.
Katatonik şizofrenili hastalarda negativizm adını verdiğimiz karşıt davranma durumu da gözlenir. Negativizm hastanın konuşmaya veya istenileni yapmaya karşı direnç göstermesidir. Örneğin hasta muayene esnasında gözünü açması istendiğinde açmayabilir, açmaya çalışıldığında da gözkapaklarını daha da sıkarak kapatmaya çalışabilir, sorulan sorulara hiç cevap vermeyebilir.
Bu hastalarda hareketsizlik ve negativizm sebebiyle beslenme bozuklukları, dehidratasyon (aşırı su kaybı), bitkinlik, yorgunluk, dekübitus ülserleri ve böbrek bozuklukları görülebilir. İlaçlara bağlı ateş yükselmesi ve otonom dengenin bozulmasıyla karakterize nöroleptik malign sendrom riski yüksektir.
Ölüm tehlikesinin, kendine zarar verme riskinin en çok arttığı şizofreni tipidir.
Rezidüel Şizofreni Nedir?
Rezidüel şizofreni türünde hasta en az bir şizofreni epizodu geçirmiş olur ancak devam eden klinik görünümde sanrı, varsanı, dezorganize konuşma ve davranış gibi pozitif psikotik belirtiler gözlenmez.
Hastalarda negatif belirtiler ya da iki veya daha çok hafif pozitif semptomlar olabilir. Sanrı ya da varsanı olsa da pek belirgin değildir ve bunlara güçlü bir duygulanım eşlik etmez. Bu hastalar ya belli bir düzeyde remisyona girip tortu belirtilerle sınırlı da olsa sosyal işlevlerini yerine getirebilir ya aktif ve net bir atak yaşarlar ya da tam remisyona girerler.
Farklılaşmamış Tip Şizofreni Nedir?
Şizofreninin aktif evresi için tanı ölçütlerini karşılayan belirtiler vardır ancak bunlar paranoid, dezorganize ya da katatonik tip için özel tanı ölçütlerini karşılamaz.
Bunların dışında bazı otoriteler şizofreniyi belirti özelliklerine göre Pozitif Belirtilerle Giden Şizofreni (Tip-I Şizofreni) ve Negatif Belirtilerle Giden Şizofreni (Tip-II Şizofreni) şeklinde iki gruba ayırır. Tip-I Şizofreni paranoid, katatonik, dezorganize şizofrenide görülen belirtilerle seyrederken Tip-II Şizofreni negatif belirtilerle seyreder. Bir de Tip-II Şizofreniyi Defisit Sendromu adıyla ayrı bir kategori olarak görenler de vardır.
Dil beynin bütün alanlarının koordineli bir şekilde çalışmasıyla oluşan mükemmel bir faaliyettir. İnsanların birbiriyle anlaşmak, ruhsal ve duygusal iletişim kurmak, haberleşmek ve fikir alışverişinde bulunmak için kullandıkları en önemli araç dildir. Bu konuşma ve yazma şeklinde olduğu gibi işaret dili veya başka semboller aracılığı ile de olabilir. İnsandaki kadar gelişmiş olmasa da hayvanların bile kullandıkları bir dil vardır. Örneğin arıların havadaki dans etme biçimleri ile bal toplanacak yerleri işaret etmeleri, maymunların 2-3 yaşındaki bebeğin seviyesine gelebilecek düzeyde de olsa sağır ve dilsizler için kullanılan işaret dilini öğrenip kullanabilmeleri, balina ve yunusların çıkardıkları sesler hayvanların da kullandıkları bir dilin olduğuna işaret eder. Yani evrende canlı cansız ne varsa bir dile sahiptir ve kendince bir şeyler konuşur.
Ancak insan sembollerle ve soyut kelimelerle oluşturduğu konuşma ile diğer canlılardan farklı bir boyuta geçer. Ayrıca insan kendisini farklı kılan bu dili düşüncelere de dönüştüren bir yüksek kabiliyete sahiptir. Doğumundan itibaren dil ile ilgili bir gelişim sürecinden geçer. İletişime somut (konkre) yani eşyanın sesini taklitle başlar, sonra senbol ve soyut kelimelerle konuşmayı, en nihayetinde soyut düşünmeyi keşfeder. Oktavio Paz’ın da dediği gibi “İnsan düşündüğü için konuşmaz konuştuğu için düşünür.”
Dilin ve konuşmanın gelişmişlik seviyesi aynı zamanda düşüncenin de seviyesini belirler. İnsan düşüncesini kelimeler şekillendirir, zenginliğini kelimeler belirler. Kelimeler belli bir ahenk ve düzen içinde çağrışım bağlarıyla bir araya gelir. Böylece düşünme ve konuşmada bütünlük sağlanır. Kelimeler insan zihninde dış dünyayla ilgili nesne, olay ve duyguları sembolize eder. O yüzden bilinen kelime sayısı arttıkça zekânın kalitesi de artar. Bugün Afrika’da yaşayan bazı kabilelerin dilleri 900 kelimeden ibarettir. Buna karşılık, İngilizcede 120.000 kelime bulunur. Shakespeare’in eserlerinde birbirinden farklı 30.000 kelime kullandığı, bu yüzden dünyada en fazla değişik kelime kullanan yazar olduğu, onu Victor Hugo ve Goethe’nin takip ettiği bilinir. Bu yazarların eserleri, insan düşüncesini ve soyutlama gücünü yansıtan en esaslı örneklerdir.
Bu eserler hem yaşadıkları döneme ışık tutmuş hem de sonraki nesillerin düşünce gelişiminde de etkin rol oynamıştır. Bu örneklerin aksine fakirleşen dilin insan düşüncesini nasıl zafiyete uğrattığı, insan ilişkilerini ve iletişimini bozduğu, yozlaşmaya ve yabancılaşmaya sebep olduğu tarih boyunca sıklıkla görülmüştür. Kullanılan kelime sayısı azaldıkça önce dil sonra da düşünce fakirleşir. Düşüncenin fakirleşmesi insanı pasif, tekdüze veya çok az düşünen, taklit aşamasından öteye geçemeyen, kolayca yönlendirilebilen biri haline getirir. Dilin fakir olduğu veya fakirleştirildiği toplumlarda “sosyal yabancılaşma sendromu” adı verilen bir durum oluşur ki bunun psikiyatrideki karşılığı şizofrenidir. Şizofrenide doğal dil gelişimi tamamlanmış olmasına rağmen, nöro-kimyasal bozulmalar sebebiyle önce dil sonra da konuşma ve soyut düşünme bozulur. Bu nedenle şizofreni bir iletişim bozukluğu olarak da tanımlar. Nitekim bir dönem şizofreni ‘mükâleme bozukluğu’ yani ‘karşılıklı konuşma, iletişim bozukluğu’ diye de tanımlanmıştır.
Şizofrenide Konuşma Bozuklukları Nelerdir?
Şizofrenili hastalardaki konuşma bozukluğu düşünce ve muhakemenin bozulduğunu yansıtır önemli bir klinik belirtidir.
Şizofrenili hastalarda kendilerine söylenen cümleleri aynen tekrar etme, söylenen kelimelerin son hecesini veya kelimesini yineleme, aynı kelimeyi birçok kere arka arkaya söyleme, birbirleriyle hiçbir bağlantısı olmayan ve bir araya geldiği zaman anlamlı bir cümle teşkil etmeyen kelimeleri otomatik bir şekilde söyleme, kendisiyle görüşen kişinin sorularına yine onun kullandığı kelimelerle cevap verme şeklinde konuşmalar görülebilir. Bunlar düşünce fakirliğinin bir göstergesidir. Kişi karşısındaki insanın kelimelerini kullanarak iletişim kurmaya ve gitgide yabancılaştığı dış dünyaya taklit yoluyla tutunmaya çalışır.
Uzun süre hastanede kalmış, çevreyle irtibatı tamamen kopmuş, uyaran açlığı içindeki şizofrenili hastalarda aynı kelime veya deyimlerin hissiz ve duygusuz bir şekilde tekrar etme görülür. Hasta bazı kelimeleri, cümleleri, deyimleri, hatta kendi ürettiği kelimeleri papağan gibi tekrarlayıp durur.
Şizofrenili hastalarda sözel akıcılık ve kelimelerdeki melodiyi ifade etme zorlaşır. Dolayısıyla prozodileri bozulmuştur (disprozodi). Bu nedenle kelime vurgularını doğru yapamaz, hem kelime tonlamasında hem de hece vurgularında bozukluk yaşarlar.
Şizofrenide bazen agramatik konuşma görülür. Ekler, bağlantılar, fiiller bozulur. Hasta telgraf çeker gibi kısa cümlelerle konuşur. Buna telegrafik konuşma da denir. Yine fiilleri mastar halinde kullanma (tarzan konuşması) ve vecize gibi konuşma (asintaksi) da görülür. Ancak bu tip konuşmalarda, vurgular ve akış değişse de, anlatım gücü bir dereceye kadar korunur. Bir örnekle görmeye çalışalım: “Efkârı umumiyeye maruzatım şudur Türkiye Cumhuriyetinin başlıca vasıfları şudur birinci vazifesi Türk milletine akli selim yönüyle muamele edilmesidir bunun içindir ki muhtelif sınıflardaki insanlarda imtiyaz ve sınıf yoktur bunun sebebi şudur insanlar toplu olarak çalışırlarsa derece ve sınıflara münkasen olması zaruridir.” Yer yer vecize şeklinde (asintaksi), yer yer de telegrafik konuşma izleri görülüyor. Kelimeler art arda sıralanmış, noktalama işaretleri hastanın konuşma şekline göre değişmiştir hatta neredeyse kaybolmuştur.
Bazı hastalar karşılıklı konuşma yeteneklerini kaybedebilirler. Kendi kendilerine mırıldanır, işittikleri seslerle konuşur, karşılarında gördükleri hayallerin söylediklerine cevap verirler. Zaman zaman, gözlerini odanın bir köşesine dikip gaipten gelen sesleri dinleyebilir, onlarla konuşabilir, kavga edebilir, konuşanlara küfür edebilirler. Tek başına monolog tarzında konuşabilir, durup dururken alakasız sözler sarf edebilirler. Buna verbal impulsiyon yani kontrolsüz konuşma adı verilir. Kendi kendine gülmeler, bazen aniden sinirlenmeler, kendi kendine konuşmalar bu belirtinin uzantısıdır.
Bazen son derece müstehcen deyimlerle dolu konuşmalar görülür. Buna koprolali adı verilir.
Şizofreninin yükünün büyük bir bölümü ailelerin üzerindedir. Eskiden, bu hastalığın anne babanın davranışları yüzünden geliştiği ya da hastalıkta ailenin payı olduğu şeklinde bir inanış vardı. Bu inanış bugün büyük ölçüde geçerliliğini kaybetmiş ve bu manevi yük bir nebze olsun azalmıştır. Ancak yine de ailelerin kaldırmaya çalıştığı yük son derece ağırdır. Sosyal desteğin iyi olduğu toplumlarda devlet bu yüke büyük oranda ortak olur ve ailelerin yükünü hafifletir. Ancak sosyal desteklerin iyi olmadığı toplumlarda yük halen ailelerin omuzlarındadır.
Ailelerin bu yükü omuzlamasında kültürel unsurlar önemlidir. Örneğin Çin’de hastalar çoğu zaman hakir görülür ve yalnız bırakılır; Brezilya, Meksika gibi ülkelerde ise sahiplenilir.
Ailelerin yükünü azaltmak için bazı ülkelerde gündüz bakım evleri kurulmuştur. Burada hastalar gün boyu resim, müzik, spor gibi aktivitelerle meşgul edilir. Bu meşguliyet esnasında aile fertleri meslekî ve sosyal faaliyetlerine devam edebilir, özel işlerini halledebilirler. Bu sayede aileler bir an olsun nefes alabilir ve rahatlayabilir.
Şizofreninin yükünde büyük önemi olan ailenin tedavide de rolü büyüktür. Her ne kadar hastayı psikiyatri doktoru tedavi etse ve bakımı hastane personeli yapsa da, hastanın hayatının büyük bir bölümü ailesiyle geçer. Bu nedenle, ailenin ve hatta çevrenin şizofreni konusunda eğitilmesi tedavi açısından büyük önem arz eder. Zira aile ve çevrede, şizofreninin seyrinde değişik tepkiler ortaya çıkabilir. Yeterli bilgilendirme olmadığında ortaya çıkan yanlış tutumlar hastanın iyileşmesine engel olabilir.
Bazen hasta yakınları, hastanın tıbbî tedavisinden sorumlu kişiler gibi görülür. Ancak bu yaklaşım doğru olmadığı gibi, hastalığın sürekli gündemde kalmasına ve hasta yakınlarının tükenmesine sebep olur. Doktorun yanında veya hastane ortamında zaten tedaviden bahsedilecektir. O yüzden hastanın sair zamanlarda şizofreninin gölgesinden kurtulmasına izin verilmelidir. Kişi kendisini hep hastane ortamındaymış gibi hissetmemelidir. Bu tutumun kötü sonuçlarından biri de ailelerin de damgalama batağına sürüklenmesidir. Şizofreni ailesi kimliğinden uzaklaşılmalıdır. Bu hastanın sosyalleşmesinin de bir gereğidir.
Hasta yakınlarına gereğinden fazla sorumluluk vermek, bir zaman sonra hastaya yöneltilen öfke, suçlama, ihmal, duygusal şiddet hatta direkt şiddet oranında artışa sebep olabilir. Aile, üstlendiği sorumluluğun ağırlığından dolayı makul düşünemez hale gelebilir ve kişiyi inatlaşıyormuş gibi algılamaya yöneltir. Bu hastanın en önemli desteği olan ailesinden uzaklaşmasına ve gitgide yalnızlaşmasına sebep olur. Ailelerin yapmaları gereken, sadece hastanın ilaçlarını takip ve temin etmek, onun güvenliğini sağlamak ve kendisine duygusal açıdan destek vermektir.
Öte yandan, şizofrenili kişilerin aileleri hastaya nasıl davranacakları ve hastanın güvenini nasıl kazanacakları konusunda eğitilmelidir. Bu konuda eğitim vermek psikiyatrın en önemli görevlerindendir. Eğer ailenin eğitimi eksik bırakılırsa, tedavi eksik kalmış olur. Sadece ilaçları düzenlemek ve küçük yönlendirmelerde bulunmak yeterli değildir. Hasta için evi onu rahabilite eden bir ortama dönüştürülmelidir. Aksi takdirde, hekim mükemmel bir ilaç tedavisi düzenlemiş olsa bile, kişisel ve sosyal boyut eksik kaldığından yeterli düzelme elde edilemez. Bu durum, ameliyatı başarıyla tamamlayıp cerrahi müdahaleye bağlı komplikasyonları önemsemeyen ve bu nedenle hastasını kaybeden bir cerrahın düştüğü duruma benzer. Ameliyatın başarılı geçmesi tedavinin tamamıyla başarılı olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde ilaç tedavisinin başarılı olması da, şizofreni tedavisinin tamamıyla başarıldığını göstermez. O yüzden psikiyatr ilaç tanzim etmenin yanısıra psikolojik ve sosyal terapi unsurlarını da devreye sokmalıdır. Yani hastane harici ortamı da hasta için terapötik hale getirmelidir.
Araştırmalar psikiyatrların çoğunun aileyi bilgilendirme, aileyle görüşme ve aileden bilgi alma konusunda yeterince duyarlı olmadıklarını ortaya koymuştur. Özellikle yoğun çalışılan merkezlerde aileler pek dikkate alınmaz. Aile görüşmeleri ihmal edilir ve tedavi sadece hastanın genel görünümü üzerinden belirlenir. Halbuki şizofrenide sağlıklı bilginin kaynağı ailelerdir. Hasta birçok belirtiyi gizleyebilir, hastalığını çarpıtabilir veya sorunlarını tam olarak ifade edemeyebilir. Böyle bir durumda mutlaka onunla yaşayan aile fertlerinin bilgilerine başvurulmalıdır. Aksi takdirde, teşhis dolayısıyla tedavi eksik kalır.
Psikiyatri uzmanlarının aileden bilgi almakla kalmayıp aile fertlerini iyi tanımaları da önemlidir. Hekim, aile fertlerinin olumlu ve olumsuz taraflarını, sosyokültürel ve sosyoekonomik durumlarını, eğitim seviyelerini, kişisel kapasitelerini, kişilik özelliklerini tespit etmeli; bu tespitin ışığında uygun programı belirlemeli ve aileleri buna göre yönlendirmelidir. Her aileye aynı yönlendirmelerin yapılması, iyi niyetli de olsa doğru değildir. Çünkü her ailenin ihtiyacı farklıdır. Örneğin şizofrenili hastayı dışlayan ve ondan korkan bir kültürde öncelikle korkuyu ortadan kaldırmak gerekir. Bu aşamayı geçmeden yapılacak yönlendirmeler çoğu zaman sonuçsuz kalır.
Kitap, dergi ve kitle iletişim araçlarından şizofreni hakkında bilgi elde etmek mümkündür. Ancak hastalığın yönetilmesi konusunda aileye en iyi bir uzman yardımcı olabilir. Şizofreninin ne olduğunu anlatan bilgilendirici faaliyetler faydalıdır ama yeterli değildir. Ailenin ve hastanın ihtiyacına yönelik destek programları belirlenmeli ve uygulanmalıdır.
Şizofrenide Ailelerin Bilgilendirilmesinin Önemi Nedir?
Aileler kendi içlerinden birine şizofreni tanısı konduğunda öfke, suçluluk, inkâr, hastalığı saklama ve gizli tutma gibi tepkiler verir. Verilen tepkide, ailenin yaşadığı toplumun şizofreniye bakışının rolü büyüktür. Psikiyatrın bu tepkileri gözden kaçırmaması süreci kontrol edebilmesi açısından önemlidir.
Şizofrenili hastalara yaklaşımın kötü olduğu Çin’de yapılan bir çalışmada 101 şizofrenili hasta ailesi eğitim programına alınmış. Bu programın sonunda, ailelerin bilgi ve bilinç düzeyinde yükselme ve hastaların belirti skorlarında da anlamlı bir düşüş gözlenmiştir. Aile eğitiminin tedaviye büyük katkılar sağladığını gösteren bunun gibi birçok araştırma vardır. Bunun tam tersi de söz konusudur: Şizofreni konusunda bilgilendirilmeyen ve eğitilmeyen ailelerde gözlenen olumsuz tutumlar, depresyon ve moral bozukluğunun daha çok görülmesine sebep olmuştur.
Şizofreni Ailelerinde Görülen Öfkenin Sebebi Nedir?
Şizofreni sebebiyle özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünen ailelerde sıklıkla öfke gelişir. Şizofreni bakımı, ailelere günlük işlerinin yanında ek sorumluluklar yüklediği için aile fertleri bir zaman sonra zorlanmaya başlar. Bu da, gizli bir öfkenin gelişimine zemin hazırlar. Sağlık sisteminde görülen aksaklıklar, ilaç yazdırmanın zorlukları gibi dış faktörler öfkenin daha da artmasına sebep olur. Aile hastanın ilaçlarını temin etmek gibi asli sorumluluklarından ve hastadan gitgide uzaklaşır. Bu ihmal hastalarda duygusal bir şiddet etkisi yaratarak durumlarının daha da kötüleşmesine yol açar. Bazen bu duygusal şiddetin dozu iyice artar. Yaşanan zorlukların günah keçisi olarak ilan edilen hastaya bağırmalar, kızmalar ve hakaretler başlar.
Öfke, muhakeme ve empatiyi bozan bir duygudur. Çarptığı duygu ve düşüncelerin yönünü olumsuza çevirir. İlk dönemde hastaya duyulan şefkat öfkenin etkisi ile nefret söylemlerine dönüşür. Hastanın şizofrenili olduğu unutulur. Örneğin ailesi tarafından zehirleneceği şeklinde sanrıı olan bir hastanın nankörlük ettiği düşünülebilir. Ailede bu tür bir öfke ile karşılaşan psikiyatr olaya hemen müdahale etmelidir. Çünkü ailedeki bu öfke şizofreninin şiddetlenmesine ve intihar gibi korkulan olaylara sebep olabilir. Aileye şizofrenideki bu düşüncelerin ne anlama geldiğini, nereden kaynaklandığını anlatmalı, ailenin moralini yükseltmeli ve sakinleşmesini sağlamalıdır. Psikiyatr destekleyici ve cesaretlendirici olmalı, aileyi suçlamaktan kaçınmalıdır. Ayrıca aile ile işbirliğini kuvvetlendirmelidir çünkü aile psikiyatrın dışarıdaki gözü, kulağı gibidir ve tedavinin başarılı olması için aileye ihtiyacı vardır.
Ailelerin sağlık kurumlarında ilaç yazdırma ve ilaca ulaşma imkânlarının kolaylaştırılması da son derece önemlidir. Hastalığın tükettiği aileler, bu türden bürokratik engellerle karşılaştıklarında kendilerini daha da çaresiz hissederler. Söz konusu aksaklıklar hasta yakınlarında depresyon, tükenmişlik, panik, kaygı bozukluğu gibi ruhsal sorunlara yol açar.
Şizofreni Ailelerinde Görülen İnkâr Davranışı Nedir?
Şizofrenili hastaların yakınlarında gözlenen bir başka tutum da hastalığı inkârdır. İnkâr hastayı gizlemeyi de beraberinde getirir. Aslında yaşanan büyük acıdan korunmak adına kullanılan bir savunma mekanizmasıdır. Bazen de hastalığın sindirilememesine karşı “Benim çocuğum nasıl böyle olur?” tarzında bir tepkidir. Güzel günlerin geçmişte kaldığı düşüncesi de inkârı doğurabilir.
Bu kişiler şizofreni konusunda mutlaka bilgilendirilmelidir. Bunun biyolojik bir bozukluk olduğu, diğer pek çok rahatsızlık gibi ilaçla tedavi edilebildiği, bu konuda yeni gelişmelerin olduğu, sosyal destekle çok daha iyi bir noktaya gelinebileceği anlatılmalıdır. Ailelerin, yaşadıkları inkâr duygusundan bir anda kurtulmalarını beklememek gerekir. Her görüşmede hasta yakınlarının yanlış düşünceleri irdelenmeli ve sabırla düzelmesi sağlanmalıdır.
Şizofreniyi inkârın önemli sonuçlarından biri de mücadele azminin yol olmasıdır. Hasta yakınları böyle bir psikolojide ilaç yazdırmaya, hastaneye yatırmaya, tedavi için uğraşmaya gerek yok gibi düşüncelere kapılır ve hastayı ihmal edebilir.
Şizofreni Ailelerinde Suçluluk ve Günahkârlık Duygusu Gelişir mi?
“Biz bir günah işledik, Allah da bize bu cezayı verdi.” şeklindeki günahkarlık duygusu sık görülen bir tepkidir. Bunun böyle olmadığını, çok ahlaklı, dindar, maneviyatı güçlü, inançlı, dürüst, namuslu kişilerin de şizofreniye yakalanabileceğini, şizofreninin genetik ve biyolojik etkenlere bağlı olarak geliştiğini vurgulamak gerekir. Şizofreninin metafizik ve spiritüel nedenlerle oluştuğu inancı Ortaçağ zihniyetinin bir ürünüdür. 24 Günahkarlık psikolojisi aileleri çareyi tıptan ziyade üfürükçü, şarlatan hocalarda aramaya sevk eder. Bu yüzden oyalanıp yıllarca tedaviye başvuramamış binlerce şizofrenili hasta vardır. Halbuki şizofrenide tedavi ne kadar erken başlarsa iyileşme ihtimali o oranda artar.
İnternet ve akıllı telefon gibi iletişim araçlarının artmasıyla birlikte, ilaç kullanan kişilerin haberleşme ve yaşadıklarını başkalarıyla paylaşma imkânları da artmıştır. Deneyimlerin paylaşılması güzel bir şeydir. Ancak bazen yanlış algılamalara sebep olan ve bilgi kirliliği yaratan paylaşımlar da olmaktadır. Bunlar yarattıkları dezenformasyonla hasta ve yakınlarını tedirgin etmektedir.
İlaçların elbette yan etkileri vardır ama her ilaç her insanda aynı yan etkiye yol açmaz. Metabolizmanın hassasiyeti ve hastalık durumu kişiden kişiye değişir. Böyle bir durumda “Şu ilaç bende baş ağrısı/unutkanlık yaptı. Sizleri de uyarıyorum, bu tür ilaçları kullanmayın” şeklindeki paylaşımlar birçok hastaya ulaşıp paniğe sebep olabilir. Bu tür yazıları okuyan hasta ve yakınlarının mutlaka doktorlarına danışmaları gerekir. Yazıların etkisiyle hastanın veya yakınlarının ilacı kendi kendine kesmesi tedavi sürecini aksattığı gibi en başta hastaya zarar verir. Bunun için psikiyatrlar, hasta ve yakınlarına şizofreni ilaçlarıyla ilgili yanlış yönlendirmeleri baştan izah etmelidir.
Şizofreni ilaçları bağımlılık yapar mı?
Şizofreni ilaçlarının uyuşturucu etkisi yoktur. Uyuşturucu maddeler şizofreniye sebep olan dopamin maddesini arttırırken, şizofreni ilaçları azaltır. Uyuşturucular vücutta bu maddenin tükenmesine sebep olur, şizofreni ilaçları ise dopamini tüketmeden etkinliğini düzenler ve o yüzden bağımlılık oluşturmaz.
Şizofreni ilaçları beynin yapısını bozar mı?
Günümüzde kullanılan psikiyatri ilaçları beyne yapısal olarak zarar vermez. Çünkü bu ilaçlar sadece biyokimyasal ve fonksiyonel süreçlere etki eder, beyinde kalıcı bir hasara ve zihinsel bir bozulmaya yol açmaz.
Şizofreni ilaçları organlara diğer ilaçlardan daha fazla mı zarar verir?
Yanlış inanışlardan biri de, şizofrenide ilaçlarının böbrek, karaciğer ve kalp gibi hayati organlara zarar verdiğidir. Eski tarz ilaçlar kalp ve karaciğer gibi organlara zarar verebiliyordu. Ancak yeni kuşak antipsikotik ilaçlar birçok yan etkiden arındırılmıştır. Makul dozlarda alındıklarında masum ilaçlardır.
Şizofreni ilaçları uyutucu mudur?
Bir başka yanlış inanç da, ilaçların hastaları sadece uyuttuğu, uyuşturduğu ama tedavi etmediğidir. Özellikle yeni kuşak şizofreni ilaçları, hastayı uyuşturmadan, uyutmadan tedavi eder. İlaçların prospektüslerinde yan etkileri yazar. Ancak yazılan yan etkiler mutlaka her hastada ortaya çıkacak diye bir kayıt yoktur. Bu bilgiler uyarı mahiyetindedir. En basit bir ağrı kesicinin prospektüsünde bile yüzlerce yan etkiden bahsedilir. Psikiyatrların deneyimleri prospektüs bilgilerinden çok daha değerlidir. Şizofrenide kullanılan her ilacın kendine has yan etkileri olabilir. Bunlar iyi bilinir ve gerekli tedbirler alınırsa rahat bir tedavi süreci yaşanabilir. Dikkat edilmesi gereken, yan etkileri fark etmektir. Farkına varıldıktan ve önlem alındıktan sonra, hele yeni kuşak şizofreni ilaçlarında ağır yan etkiler gözlenmez.
Şizofreni İlaçlarının Yan Etkileri Nelerdir?
Hareket yavaşlaması (=parkinsonizm): Özellikle eski kuşak şizofreni ilaçları tükürük salgısında artma, hareketlerde yavaşlama, robotlaşma ve titreme belirtileriyle giden parkinsonizm tablosuna sebep olabilir. Bu yan etkiler, hastaların %30’unda görülür. Ancak yeni kuşak ilaçlarla durum değişmiştir. Psikiyatrlar, saydığımız belirtilerin görülmemesi için parkinsonizmi önleyen ilaçları tedaviye eklediklerinde belirtiler çok daha az görülür. Buna rağmen yan etki görülüyorsa, önleyici ilacın dozu arttırılır ya da hastanın durumu el veriyorsa şizofreni ilacının dozu azaltılır. Bu da işe yaramazsa psikiyatrın kararıyla ilaç değiştirilir.
Uyku hali: Bazı şizofreni ilaçları aşırı uyku hali yapabilir. Özellikle ilaca başladıktan sonraki ilk günlerde, hastada sıklıkla uyku hali görülebilir. Bu durum, genellikle vücudun ilaca alışmasından sonra geçer. O yüzden ilk günlerde sabırlı olunmalıdır. Ancak alışma dönemi geçtiği halde uykululuk devam ediyor ve hasta günlük aktivitelerden geri kalıyorsa ilacın dozu azaltılmalıdır. Doz azaltımı sakıncalıysa, ilaç bir süre başka bir ilaçla kombine edilip yavaşça kesilmeli, yeni ilaca geçiş yapılmalıdır. Eski ilaçlar gerçekten de hastaları çok uyuturdu. Sadece uyutma etkisinden istifade edilen, tedavi gücü olmayan ilaçlar vardı. O zamanlar pek fazla seçeneğin olmaması psikiyatrın elini kolunu bağlıyordu. Ancak yeni kuşak ilaçlarla bu yan etkiler büyük oranda geride kalmıştır.
Uyuyan insan hayattan kopar. Konuşmaz, dışarı çıkmaz, kendine bakmaz, iş yapmaz, alışverişe gitmez. Şizofreni tedavisinde istenilen şey ise, kişinin bir an önce sosyal işlevselliğine kavuşmasıdır. O yüzden uyutmayan ve sedasyon yaratmayan ilaçları seçmek gerekir. Hastalığın alevlenme dönemlerinde bilinçli olarak uyutan, sakinleştiren ilaçlar seçilebilir, ancak atak geçtikten sonra uyutmayan ilaçlardan yana tercihte bulunulmalıdır.
Ağız kuruluğu: Çoğunlukla geçici bir durum olarak ilaçlara bağlı ağız kuruluğu görülebilir. Ağız kuruluğu için bol su içmek, şekersiz sakız çiğnemek gibi pratik uygulamalar tavsiye edilir.
Kabızlık: Şiddetli kabızlıklarda hastaya ilaç ve lavman desteği verilmelidir. Ancak öncesinde hekime danışılması gerekir. Çünkü bu tür ilaçlar gereksiz yere ve uzun süre kullanıldığında bağırsak tembelliğine yol açabilir. Hafif ve orta derecede kabızlıklarda her sabah bir iki adet kayısı kurusu yiyip üstüne bir iki bardak su içmek, bitkisel kaynaklı bağırsak düzenleyicileri kullanmak işe yarayabilir.
İdrar tutukluğu: Bazı şizofreni ilaçları idrar yollarında kasılma yaparak tutukluğa sebep olabilir. Bu çok yaygın olmayan bir yan etkidir. Eğer şiddetliyse ilacın dozu azaltılıp yerine başka takviyeler yapılabilir. İdrar yollarını gevşeten ilaçlar verilebilir. Orta ve hafif düzeyde seyreden idrar tutukluğu genellikle geçicidir ve sorun yaratmaz.
Kalp-damar sistemine etkiler: Bazen ilaçlar tansiyonu düşürebilir. Özellikle aniden ayağa kalkınca ortaya çıkan tansiyon düşüklükleri (=postural hipotansiyon) görülebilir. Ani tansiyon düşmesi hastanın düşmesine, yığılıp kalmasına, bayılmasına ve yaralanmasına sebep olabilir. Böyle durumlarda öncelikle hastaya yerinden aniden kalkmaması gerektiği tembihlenmeli ve bol su içmesi tavsiye edilmelidir. Buna rağmen söz konusu yan etki geçmiyor ve sık tekrarlanıyorsa ilaç değişikliği düşünülmelidir. Kimi zaman ilaçlara bağlı kalpte hızlanmalar görülebilir. Doz ayarlamaları veya kalp hızını dengeleyen ilaçlar bu sorunu çoğunlukla çözmektedir.
Şiddetli kasılmalar (=distoni): Vücuttaki dopaminin azalmasına bağlı olarak distonik reaksiyon denilen kasılmalar oluşabilir. Ensede, sırtta, belde, bileklerde, kollarda durdurulamayan şiddetli kasılmalarla beliren bu durum, görünüm itibarıyla çok dehşete düşürücü ve endişe vericidir. Aileleri çok korkutur. Ancak görüldüğü kadar korkutucu ve tehlikeli bir durum değildir. Böyle bir şey yaşandığında hemen hastanın psikiyatristi aranıp yardım istenmelidir. Psikiyatrların tedavinin başında, hasta yakınlarına olası bir distonik reaksiyon halinde ne yapmaları ve ne kullanmaları gerektiğini detaylı bir şekilde anlatmaları bu paniklemeyi büyük ölçüde engeller. Aksi takdirde hem hasta ve yakınları sıkıntıya girer, hem de hekime ve ilaçlara olan güven sarsılır. Distonik reaksiyon, tedavi uyumsuzluklarının ve ilaç korkusunun en önemli sebeplerindendir. Acil durumlarda kas içine uygulanan ilaçlarla çabucak kontrol altına alınabilen bu reaksiyonun oluşmaması için, şizofreni ilaçlarının yanına biperiden gibi distoniyi önleyici ilaçlar da eklenmelidir.
Akatizi (=yerinde duramama): Akatizi yerinde duramama, sürekli gezinme, hop oturup hop kalkma, odadan odaya geçme şeklinde görülen aşırı sıkıntı halidir. Hastanın acı çekmesine sebep olan, hatta intihara bile kapı aralayan bir durumdur. %20-25 oranında görülen bu tablonun psikiyatr tarafından çok önemsenmesi ve vakit geçirmeksizin giderilmesi büyük önem arz eder. Dopamin etkinliğini arttıran veya sıkıntı gideren ilaçlar akatiziyi düzeltir. Akatizi ihtimali her zaman göz önünde bulundurulmalı ve hasta yakınları hem bilgilendirilmeli hem de kendilerine bu tür durumlarda kullanılacak ilaçlar önceden verilmelidir.
Nöroleptik malign sendromu: Şizofreni ilacı kullananlarda çok nadir rastlanan bir durumdur. Kaslarda aşırı kasılma, istemsiz hareketlerde artma, nefes alma zorluğu ve ateş gözlenir. Acilen müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Hasta derhal hastaneye ulaştırılmalıdır.
Tardif diskinezi: Dudak şapırdatma, çiğneme, yalanma şeklinde dil hareketleri, istemsiz kol ve bacak hareketleri ile seyreden, tavşan sendromu da denilen bir durumdur. Uzun süre eski tip şizofreni ilacı kullanan kişilerde %20-30 oranında görülür. Erkeklerde ve yaşlılarda daha sık rastlanır. Yeni kuşak ilaçlar kullanılmaya başlandıktan sonra neredeyse tarihe karışmıştır.
Sara nöbetleri: Bazı şizofreni ilaçları sara nöbetlerini tetikleyebilir. Nöbet halinde gerekli müdahale yapılmalı, ilacın dozu düşürülmeli, risk devam ederse ilaç değiştirilip nöbet önleyici ilaç ilave edilmelidir.
Cinsel isteksizlik ve cinsel fonksiyon bozuklukları: İlaçlar hormonal etkileşim sonucunda cinsel isteksizliğe yol açabilir. Kadınlarda orgazm olamama, erkeklerde ereksiyon sorunları veya geç boşalma görülebilir. Bu yan etkiler geçicidir. İlaçlar kalıcı iktidarsızlık yapmaz. Psikiyatr gerekli görürse reçeteye destekleyici ilaçlar ilave edebilir. Evli hastalar istek azalması olsa bile cinselliği yaşamaları konusunda yönlendirilmelidir.
Âdet düzensizliği ve göğüsten süt gelmesi: Kadınlarda sık sık ilaçlara bağlı âdet düzensizlikleri görülür. Bunun sebebi, ilaçların prolaktin hormonunu yükseltmesidir. Prolaktinin yükselmesi, göğüsten süt gelmesine de sebep olur. Bu yan etkiler hastada ve yakınlarında panik yaratabilir. Birçok kişi “Acaba beynimde ur mu var, yoksa rahim kanseri miyim?” diye telaşlanır. Belirtiler, çoğu kişide ilaçların azaltılması veya kesilmesiyle düzelir. Ancak ilaçların kesilmesi veya değiştirilmesi hasta için zararlı olacaksa, kişi âdet göremese de değişiklik yapmamak gerekir. Bu durumdan ötürü çok telaşlanan ailelere rahatlamaları için bir nöroloğa başvurmaları tavsiye edilebilir. Göğüsten süt gelmesi, kişiyi rahatsız etmedikçe müdahale gerektiren bir durum değildir. Ancak rahatsız ediyorsa ilacın dozu ayarlanmalıdır.
Kilo artışı: Bazı şizofreni ilaçları kilo aldırabilir. Hatta bazıları 20-30 kiloluk artışa yol açabilir. Sonuçta kilo artışı ile birlikte göbek çevresinin genişlemesi, tansiyonun ve şekerin yükselmesiyle beliren metabolik sendrom gelişebilir. Bu çok ciddiye alınması gereken bir durumdur. Kilo deyip geçilmemeli, hafife alınmamalıdır. Çünkü kilo, beslenme düzeni zaten bozuk olan şizofrenili hastalarda tıbbi rahatsızlıkların görülme riskini daha da arttırır. Hele hasta kilo almaya meyilliyse, kalp-damar ve şeker hastalıkları söz konusuysa mutlaka kiloyu etkilemeyen ilaçlar seçilmelidir. Kilonun, hastalık riskinin yanında, yaşam kalitesini düşürme ve kendine güveni azaltma gibi etkileri de vardır. O yüzden psikiyatri uzmanlarının mutlaka kilo faktörünü önemsemesi gerekir.
İlaçlara başladıktan sonraki ilk dönemlerde şekerli yiyeceklere aşırı düşkünlük söz konusu olabilir. Bu durum, ileride insülin direncine sebep olup diyabet gelişimine zemin hazırlar. Hastaların tatlı yeme krizi diye de nitelendirdikleri bu durumda, önce şekerli yiyecek tüketimini kısıtlama yoluna gidilmelidir. Buna rağmen önüne geçilemezse, tedaviye insülin direncini azaltan ilaçlar eklenebilir. Tabii bunun mutlaka bir hekim kontrolünde yapılması gerekir.
Metabolik bozukluklardan korunmak için, hastaların bu ilaçları kullandıkları süre içerisinde mutlaka altı ayda bir açlık kan şekeri, vücut kitle indeksi ve kan yağları açısından kontrol edilmeleri gerekir.
Son yıllarda kilo artışına sebep olmayan, prolaktin hormonunu etkilemeyen ilaçlar geliştirilmiştir. Riskli hasta gruplarında bu ilaçlar tercih edilmelidir. Ancak eski ilaçların tedavideki başarısı da yok sayılmamalı, gerekiyorsa yan etkiler açısından önlemler alınmak kaydıyla bu ilaçlar da kullanılmalıdır.
Günümüzde şizofreninin tedavisinde kullanılan birçok ilaç vardır. Bunların isimleri bu kitapta belirtilmemiştir. Çünkü bu kitabın amacı şizofreninin tanıtılması ve sosyal yönlerinin gündeme getirilmesidir. Hedef kitle sadece psikiyatri uzmanları, psikiyatri asistanları, psikologlar, psikiyatri hemşireleri, hekimler ve sağlık çalışanları değil hastaların bizatihi kendileri ve aileleridir. Bu yüzden ilaç isimleri verilmemiştir. Ancak hiçbir ilacın bir diğerine üstünlüğü henüz kanıtlanmış değildir. Hekimler üstünlüğü yan etki profiline göre belirlemektedir. Hastaya yan etkisi olan bir ilaç verilmek zorundaysa, mutlaka ona ve yakınlarına yan etkilere karşı alınabilecek önlemler detaylı bir şekilde anlatılmalıdır.
Şizofrenide İlaç Tedavisinin Getirdiği Mali Yük Nedir?
Şizofreni dünyadaki yetersizliğe sebep olan ilk 25 sağlık sorunundan biridir. Düşük görülme sıklığına rağmen yüksek bir sağlık yükü ile sosyal ve ekonomik yük oluşturur. Sadece hastaları değil hasta ailelerini, diğer bakım verenleri ve geniş bir topluluğu etkiler.
Hastalığın oluşturduğu ekonomik yük doğrudan ve dolaylı maliyetten oluşur. Doğrudan maliyetin içine ruh sağlığı organizasyonları, tedavi merkezleri, hastaneye yatış, doktor ve personel giderleri, hastanın bakımı için hizmet alınan bakım merkezleri, ilaçlar ve destek hizmetleri girer. Dolaylı maliyet ise kişinin çalışamamasına bağlı verimlilik ve üretkenlik kaybı, hastaya verilen devlet desteği, hastanın ve ailenin çektiği zorluklar, ailenin desteklemek için sırtlandığı ağır yük gibi parametrelerdir. Genelde direk maliyetler üzerine yoğunlaşılır ancak araştırmalar göstermiştir ki toplam mali yükün %50 ila 85’i dolaylı maliyetten oluşmaktadır.
Dünya Sağlık Örgütü Batı toplumlarında sağlık harcamalarının %1.6 ila 2.6’sının şizofreniye ait olduğunu tespit etmiştir. ABD’de şizofreninin her yıl 60 milyar dolardan daha fazla ekonomik yükü olduğu belirlenmiştir. Bu rakamın 1975 yılında 15, 1985 yılında 22,7, 1999 yılında ise 32,5 milyar dolar olduğu dikkate alındığında maliyetin gitgide arttığı görülmektedir.
Şizofreni bireysel ve toplumsal alanda da çok ciddi mali yük oluşturur. Bu konuda halkın bilinçlendirilmesi, sağlık politikaları üreten yetkililerin çok daha kapsamlı ve detaylı planlamalar yapması gerekir.
Şizofrenili hastaların özellikle ailelerinin en çok merak ettikleri konuların başında hastalarının evlenip evlenemeyeceğidir. Aileler “Acaba çocuğumuz iyileşip ileride evlenebilir mi? Yuva kurabilir mi? Çocuk sahibi olabilir mi?” gibi soruları sıkça sorar. Şizofreniyi ilgilendiren her konuda olduğu gibi evlilik konusunda da hastalığın kendisinin yanısıra psikososyal faktörler etkilidir. Şizofrenili hastaların evlenmeleri mümkün değildir düşüncesi damgalamanın etkisiyle oluşmuş bir mittir ve doğru değildir. Şizofrenili hastalar da aşk, evlilik ve çocuk konusunda isteklidirler. Başta psikiyatrlar olmak üzere aileler ve yakın çevre bunu yadsımamalı, bu konuda destekleyici ve teşvik edici olmalıdır.
Şizofrenide ortaya çıkan psikososyal beceri kaybından dolayı evlilik oranları düşüktür. Özellikle erkek şizofrenili hastalarda bu oran çok daha düşüktür. Yapılan bir araştırmada şizofrenili hastaların sadece %32.9’unun evli ya da bir partnerle yaşadığını ortaya koymuştur.
Evlililiğin şizofrenili hastalara katkısı büyüktür. Hastaların yaşam kalitesini artırır, onları hayata bağlar, intihar düşüncelerini ve teşebbüslerini önler. O yüzden şizofrenili hastalarda evlilik üzerinde özellikle çalışılması gereken bir konudur.
Şizofrenide evliliği etkileyen birçok faktör vardır. Bunların başında hastalığın başlama yaşı gelir. Erken dönemde (25 yaş öncesi) başlayan şizofrenilerde evlilik oranı anlamlı derecede düşüktür. Evlenen şizzofrenili bireylerin, iletişim isteği yüksek, diğer insanlar için bir şeyler yapmayı seven, sorumluluk sahibi ve değişimlerden daha az korkan kişiler oldukları tespit edilmiştir. Bu kişilerin eşlerinden beklentileri nispeten az olduğundan evliliği yürütmeleri daha kolaydır. Nitekim değişime hazır olmayan, eşlerinden aşırı beklenti içine giren şizofrenili hastalarının evliliği sürdürmede başarısız oldukları görülmüştür.
On yıllık bir izleme çalışmasında katılımcıların %70’inin evlendiği bildirilmiştir. Ancak erkek hastaların daha çok bekâr kaldığı, kadınların ise daha çok evliliği sonlandırdığı gözlenmiştir. Hastalığın süresi, başlama şekli, işitme varsanıları ve depresif durumlar evliliği etkileyen faktörlerdir. Süre uzadıysa, işitme varsanıları devam ediyorsa, depresyon varsa ve ekonomik durum zayıf ise evlilikten uzaklaşma ihtimali artıyor.
Hastalığın çabuk kontrol altına alınması ve hastanın mücadele konusunda yeterli bir seviyeye gelmesi evliliği olumlu yönde etkiler. Kurtarılmış bir evlilik, hastalığın gidişatına da olumlu katkılarda bulunabilir. Çünkü evlilik, aile içinde ve dışında bir disiplin ve sosyal sorumluluk alanı oluşturur. Bu sayede hastalar saç tarama, tıraş olma, yıkanma, yüz yıkama, temiz giyinme gibi özbakım ritüellerini daha çok yerine getirir; yemek, alışveriş, faturaları ödeme gibi sorumlulukları daha çok üstlenir; eş dost-akraba ziyareti, misafir ağırlama ve misafirliğe gitme, eğlenme gibi sosyal ilişkileri daha çok devam ettirirler. Bu katkılarıyla evlilik adeta bir psikososyal terapi etkisi gösterir.
Şizofrenili hastalar sorumluluk alabilecek seviyeye geldikten sonra uygun bir eşle evlenebilirler. Hastalığı bilen, hastaya alevlenmeler sırasında yardımcı olabilecek, sabırlı ve anlayışlı kişiler ‘uygun eş’ tanımlamasına girer. Ancak ailelerin mutlaka eşe destek olması gerekir. Aile, eş ve hekim işbirliği halinde olursa ileri derecede hasta bireyler bile, bu tarz bir evlilikle günlük işlerini rahatlıkla yapabilir, hatta çalışabilir hale gelebilir. Teşvik eden, destekleyen, motive eden, eğlendiren bir eş, hastanın mutlu, huzurlu ve insanca yaşamasına çok büyük katkı sağlar.
Sosyal alandan ileri derecede uzaklaşmış, işitme varsanıları ve sanrıları olan bir erkek hasta, iyi bir ilaç tedavisinin ardından önce günlük aktivitelerini yerine getirmeye, sonra sorumluluk almaya, daha sonra da çalışmaya başlamıştı. Önceleri işyerinde ancak iki saat kalabiliyor, sıkıldığında çekip gidiyordu. İş arkadaşlarının yardımı ve anlayışı sayesinde bütün gün çalışabilecek hale geldi. Artık sıkıntı gelse bile işini bırakmıyordu. Bu aşamada, aile, evliliği gündeme getirmeye başladı. Hasta, bir süre sonra evlendi. Evliliğin ilk aylarında hastanın eşiyle yoğun görüşmeler yapıldı, eş hastalık konusunda eğitildi. İlk günlerde hastanın eşi bir hayli zorlanmış, özellikle cinsellik ve paylaşım konularında sorun yaşamıştı. Ancak çift, hekim ve aile desteği sayesinde zamanla bunları aştı ve birbirine uyum sağlayabildi. Evlilik, hastanın sosyal paylaşımını arttırdı, kendine güven eksikliğinden kaynaklanan cinsel çekingenliğini ortadan kaldırdı. Hasta bir çocuk sahibi oldu. Şu an mutlu bir şekilde hayatını sürdürebiliyor.
İyi bir tedavi, ailevi ve sosyal destek, sabır ve şefkatle şizofrenili bir bireyin yuva kurmasının önünde hiçbir engel kalmaz.
Evlenmek İsteyen Bir Hastaya Yaklaşım Nasıl Olmalıdır?
Şizofrenili hastalarda evliliğin ancak hastalığın kontrol altına alınır, tedavi rayına oturur, hasta günlük bakımını yapabilir, sosyal açıdan iletişime geçebilir, sorumluluk alabilir durumda ise gündeme gelebilir. Aksi takdirde, hem hasta hem de evlendiği kişi hoş olmayan olaylar, moral bozuklukları ve ayrılıklar yaşayabilir. Hastalar evliliği gündeme getirdiklerinde, bahsedilen şartların yanısıra kararın bilinçli ve sağlıklı olup olmadığı mutlaka değerlendirilmelidir. Çünkü evlenme isteği bazen hastalığın bir yansıması olabilir. Bazı hastalar damgalamadan kurtulmak, normal olduklarını kanıtlamak veya yaşadıkları özgüven eksikliğini telafi etmek için evlenmek isteyebilirler. Yani evlilik isteği, bir normal görünme çabasının ürünü olabilir. O yüzden bu tür taleplerle karşılaşıldığında gerçekçi olup olmadığının değerlendirilmesi hekime bırakılmalıdır.
Ailelerin şizofrenili hastaların evlilik isteklerine tepkileri değişebilmekle birlikte bazıları şaşkınlıkla bazıları kızgınlıkla bazıları da sevinçle karşılar. Damgalamanın etkisinde kalmış olanlar şaşırırlar hatta kızarlar. Çünkü onlara göre şizofrenili bir bireyin evlenmesi neredeyse mümkün değildir. O yüzden bu tür aileler “Sen hastasın, nasıl evleneceksin, daha kendine bakamıyorsun, eşine mi bakacaksın, otur oturduğun yerde.” gibi kırıcı davranışlar sergileyebilir. Bazıları hiç cevap vermez, kişinin isteğini kale almaz, umursamaz ve duymazdan gelir. Hâlbuki şizofrenili birinin evliliği isteyecek hale gelmesi büyük bir aşamadır. O yüzden sakin, serinkanlı ve durumu anlamaya çalışır bir tutum en sağlıklı olanıdır. “Tabi ki herkes gibi senin de yuva kurma hakkın var. Bunu biz de çok istiyoruz. Seni bu konuda destekliyoruz. Bunu doktorumuzla konuşalım ona göre planlama yapalım.” şeklindeki bir empatik ve rahatlatıcı konuşma çok yerinde olacaktır. Hasta buna rağmen ısrarını sürdürürse yine reddedici değil destekleyici davranıp hemen doktora danışmak gerekir.
Şizofrenili Hastanın, Eşine Zarar Verme Riski Var mıdır?
Bu, özellikle paranoid şizofreni vakalarında söz konusu olabiliyor. Bazı hastalar alevlenme dönemlerinde eşlerinin kendilerini aldattığı, kendilerine kötülük yapacağı veya öldüreceği şeklinde sanrılara sahip olabilirler. Evlilik öncesi bilgilendirilmiş aileler ve eşler bu tür durumlarda gerekeni yapar. Yani hastayı bir an önce doktoruna götürür. Şizofrenili hasta her durumda eşine zarar verir düşüncesi doğru değildir. Şizofreni tedavi sonrasında bu düşünceler çoğunlukla geriler. Ancak alevlenme dönemlerinde dikkatli ve tedbirli olmak gerekir.
Şizofrenili Kadınların Evlilikte Yaşadıkları Sorunlar Nelerdir?
Araştırmalara göre şizofrenili kadınlar erkeklere nazaran daha yüksek bir evlenme oranına sahiptir. Ancak şizofrenili kadınların evliliği sonlandırma oranları da yüksektir. Bunda, sorumluluğun çoğu zaman kadınların üzerinde kalması, beklentilerin artması, desteğin yetersiz kalışı ve hastalığa bağlı eksiklikler etkili olur. Beklentilerin nispeten az, dayanışmanın çok olduğu kırsal kesimlerdeki şizofrenili hastalar evlilik hayatında daha az zorlanır. Şehir hayatında ise aksine daha çok zorlanırlar. Kültürel unsurların olumsuz ve gelişmişlik seviyesinin düşük olduğu toplumlarda bu zorluğun şiddeti daha da artar. Örneğin Hindistan’da yapılan bir araştırmada, şizofrenili kadınlara eşlerinin destek olmadığı, çocuk bakımının kadınlara kaldığı, kadınların sahipsizlikten dolayı güvenlik problemi yaşadığı tespit edilmiştir. Bu durumlarda şizofrenili kadınlar yaşadıkları stresin etkisiyle ve çoğu zaman da alevlenme sürecine girerek evliliğin yükünü kaldıramaz ve evliliği sürdüremezler.
Sosyal desteğin iyi organize edildiği, yardımlaşma ve sorumluluk duygularının güçlü olduğu gelişmiş toplumlarda bu tür sorunlar çok daha az yaşanır. Ailelerin beklentiler ve sorumluluk paylaşımı noktasında bilinçlendirilmesi evliliğe uyumu artırmaktadır. İlk etapta, önemli olan sorumluluk yüklemekten ziyade hastaların evlilik korkularını gidermek, sosyal performanslarını ve uyumlarını artırmaktır. Sorumluluklara geçiş kademeli bir şekilde olmalıdır.
Ancak şu da bir gerçek ki şizofrenili kadınlar bunca yüke ve olumsuz şartlara rağmen yalnız yaşamayı, hayattan zevk almayı, iletişime geçmeyi ve faydalı işler yapmayı erkeklerden daha çok başarırlar.
Şizofrenili Hastaların Evlilikte Paylaşımları Nasıldır?
Şizofrenili hastalar başlangıçta evlilikteki paylaşımlara direnç gösterebilir. Örneğin cinsellikten, sohbet etmekten, birlikte gezmekten, el ele tutuşmaktan kaçınırlar. Kişisel ve toplumsal damgalama ve şizofreninin oluşturduğu özgüven kaybı evliliğe uzak durmanın sebepleridir. Türkiye’de ve dünyada, hekimlerin bir kısmı da buna dâhil olmak üzere, şizofrenili hastaların evlenemeyeceğine dair yaygın bir kanaat vardır. Bu nedenle hastaların kendileri de evlenebileceklerine inanmaz, hatta kendilerini evliliğe layık görmez. Bununla birlikte, kendileri için evliliğin mümkün olup olmadığını sıkça sorarlar. Hatta bazen “Seni evlendirelim mi, evlenmek ister misin?” gibi sorular karşısında, yüzlerinde mahcubiyetle karışık bir tebessüm belirir. Bu tebessüm evliliği arzu ettiklerine dair bir ifadedir. Evlilik her ne kadar kaçınır davransalar da şizofrenili hastaların ve hasta yakınlarının hayalidir.
Evlilikten Sonra Gelişen Şizofrende Süreç Nasıl İşler?
Evlilik her ne kadar güzel bir yaşantı olsa da bir stres yükünü de beraberinde getirir. Bu yükün etkisiyle bazı kişilerde şizofreni evlilik sonrasında tetiklenebilir. Sosyal destek ağının zayıf olduğu ailelerde ve toplumlarda bu durum çoğu zaman boşanmayla sonuçlanır. Türkiye’de kadın hastalandığında erkek çoğunlukla terk eder, ama erkek hastalandığında kadın genellikle evliliği sürdürür.
Bazı eşler ve aileleri evlenmeden önce şizofreninin var olduğunu, ancak bunun kendilerinden saklandığını, kandırıldıklarını iddia eder. Hasta ve ailesine öfkeli ve suçlayıcı davranırlar. Bu durumda çoğu aile kızını veya oğlunu alıp hastayı kaderiyle baş başa bırakır. Hâlbuki şizofreni, evlilik sonrasında da gelişebilir. Eğer evlilik sonrası gelişmişse etik ve ahlakî değerler hastanın kabulünü, önyargılı, şüpheci ve anlayışsız olmamayı gerektirir. Şizofrenili hastalar başlangıç dönemlerinde destek ve anlayış gördüklerinde kısa sürede toparlanabilirler. “Hastalıkta ve sağlıkta birlikte olma” düsturunu benimseyen, “ne olursa olsun eşimin yanındayım” diyebilen eşler şizofrenili bireylerin en büyük destekçisi olurlar. Sevgi, şefkat, özveri ve inanç, her şeyin olduğu gibi şizofreninin de üstesinden gelir.
Şizofrenide Evlilik Öncesinde Hastalık Gizleniyor mu?
Hastalar evlilik öncesinde şizofreniyi gizleme kaygısına pek düşmezler. Ancak bazı aileler hastalığı, saklanması gereken bir eksiklik, zayıflık ve aile itibarını düşüren bir ayıp olarak görürler. Bu sebepten durumu gizlerler. Kimi aileler de çocuklarını evlendirerek sağlıklı olduğu mesajını vermeye çalışırlar. Evliliği bir anlamda paravan olarak kullanırlar. Bu tarz tutumlar etik olmadığı gibi şizofrenili hastanın daha da kötüleşmesine sebep olurlar. Karşı tarafın durumu fark ettiğinde vereceği tepkiler ve sonrasında yaşanan boşanma hastayı daha da örseler. Açık, şeffaf, kendinden emin ve dürüst olmak her zaman kazandırır.
Annesi ya da Babası Şizofrenili Olan Birinin Evliliği Bundan Nasıl Etkilenir?
İnsanlar şizofrenili hastalardan ve şizofreniden çok korkarlar. Annesi ya da babası şizofrenili olan bir kişi evleneceği zaman, müstakbel eşinin ona en başta soracağı soru “Acaba bizim çocuklarımız da hastalanır mı?” sorusudur. En çok bu yaşanır. Ancak tek yumurta ikizlerinde bile eş hastalanma oranı %35-47’dir. Yani genetik yatkınlık, kişinin %100 hastalanacağı anlamına gelmez. Sadece diğer insanlara göre daha yüksek bir risk olduğunu gösterir. Bu durum evliliğe engel olarak görülmemelidir.
Ebeveyni şizofrenili olan kişilerin eşleri, bazen bunu bir çatışma malzemesi olarak kullanabilir. Herhangi bir tartışmada “Zaten sizin aileniz sorunlu, sen de onlardan birisin” gibi rencide edici sözler söyleyebilir ya da söylemeseler bile davranışlarıyla bunu ima edebilirler. Bazen de en ufak bir fevri harekette “Acaba eşim de mi hasta?” kuruntusuna kapılabilirler. Şizofreni bir biyolojik bozukluktur. Bunu bir üste çıkma malzemesi olarak kullanmak ilişkiyi derinden yaralar. Böyle bir durumda bir iletişim uzmanından yardım alınması gerekir.
Şizofrenili ebeveyn bazen evliliğin yükünü artırabilir. Hasta sahibi destek görememekten eşi de rahat iletişime girebileceği bir muhatap bulamamaktan yakınır. Hasta ebeveynle aynı evde yaşamak durumunda olanlar, özellikle alevlenme dönemlerinde ortaya çıkan gerilimden çok etkilenir. Çocukları olan ailelerde bu gerilim daha da şiddetli yaşanır. Bütün bunların üzerine bir de bakımın verdiği zorluklar eklenince, eşlerde tükenmişlik meydana gelir. Şizofrenili kişilere destek verilirken bakım verenlerin de yaşam kaliteleri düşünülmelidir. Sosyal destek yetersiz olduğu durumlarda eşler bu konuyu evlilik öncesinde detaylıca konuşmalı ve bu süreçte bir uzmandan yardım almalıdır.
Şizofreni Hastaları Eşleri ile neler yaşarlar?
Evli olup hastaneden çıktıktan sonra eşiyle yaşamaya devam edebilen hastalar, aileleriyle kalan bekâr hastalara göre çok daha hızlı toparlanır. İlgili eşler genel olarak şizofrenili eşlerini bağımlı biri gibi görmek istemezler. Onların pasif hallerini kabullenmez ve aktif olmaları için cesaretlendirirler. Ebeveynler ise genel itibarıyla her konuda kendilerine ihtiyaçları varmış gibi düşünür ve hastaları pasifize ederler. Eşler çoğunlukla şizofrenili eşlerine arkadaş gibi davranırlar. Ancak inkar edip zorlamayla hastalığı kabullenip teşvik etme arasındaki sınırı iyi belirlemek gerekir. Aksi takdirde, cesaretlendiriyorum derken hasta daha çok acı çekebilir, özgüvenini kaybedebilir ve daha da geri çekilebilir. Bir insanın eşinin şizofreniye yakalanması çok acı verici bir durumdur. Bu acı bazen eşleri aceleciliğe ve eşini bir an önce eski haliyle görme hırsına sevk eder. Ancak bilinmelidir ki bu uzun bir süreç alabilir ya da hasta tamamen eski haline dönemeyebilir. O yüzden psikiyatriste danışarak gitmekte yarar vardır.
Genç eşlerin sıklıkla dile getirdiği konulardan biri de, şizofrenili hastaların cinsel sorunlarıdır. Şizofrenide görülen anhedoni ve apati cinselliğe de etki eder. Hastalar hiçbirşeyden zevk almadıkları gibi cinsellikten de zevk almazlar. Ayrıca ilaçlar da cinsel isteksizliğe ve geç boşalma gibi cinsel sorunlara sebep olabilir. Yine hastalık döneminde yaşanan korkular, kaygılar, şüpheler, ses duymalar cinsel ilgiyi azaltabilir. Eşler iyileşmeyle birlikte ilaç dozunun azalacağı, durumun geçici olduğu, zamanla cinsel performansın artacağı yönünde bilgilendirilmelidir. Bir yandan eşlerin tolerans ve hoşgörüleri güçlendirilmeli öte yandan hastanın bu durumu kabullenmesine engel olunmalıdır. El ele tutuşma, sarılıp uyuma, beraber film izleme, başbaşa yemek yeme, romantik paylaşımlar da önemli cinsel yaşantılardır ve problemin şiddetini düşürebilir, süresini kısaltabilirler. Bu noktada cinsel terapiler ile eş terapileri çok işlevsel olabilir. Hatta şizofreni sonrasında mutlaka böyle bir terapötik yardım ile eşler bu sorunlarla başaçıkmayı öğrenebilir.
Şizofrenide Kontrolsüz Cinsel Davranışlar Nelerdir?
Bazı şizofrenili hastalarda kontrolsüz cinsel davranışlar gözlenebilir. Hasta uluorta mastürbasyon yapabilir, kadınları taciz edebilir, müstehcen konuşmalar yapabilir, pervasız cinsel davranışlar sergileyebilir. Eşler bunların şizofreniden kaynaklandığını bilmelidir. Nitekim bu davranışlar tedavi ile düzelebilmektedir.
Özetle evlilik ya da bir eşle yaşayabilmek şizofrenili hastaların yaşam kalitesini ve işlevselliğini yükseltir. Evlilik onlar için hem bir sosyal şifa kaynağı hem de bir ödüldür. İyi bir destek ve teşvikle onların bu ödülden istifade edebilmeleri mümkündür.
kAYNAKVE AYRINTILI BİLGİ İÇİN..www.adnancoban.com.tr
Yayınlanma: 02.08.2024 11:48
Son Güncelleme: 16.08.2024 17:29

Bunları da sevebilirsiniz...

Kaygı'ya filozof Kierkegaard'ın bakış açısıyla bakmaya ne dersiniz? Kaygıyı özgürlüğün bir olanağı olarak gören Kierkegaard; kaygıya yüklenen olumsuz anlamları yeniden sorgulamaya açıyor. Diyor ki; kaygı insanın olağan bir duygusudur ve asıl olağandışı olan varoluşun kendisidir. Ve kaygı ile korku arasında bir ayrım yaparak kaygının insana has olduğu ve hayvanlarda rastlanmayacağını ifade ediyor.Biz de olağan nedir, onu inceleyelim. Böylece biz ve varlığımız neden olağandışıyız, düşünebiliriz. Doğada olağan olarak açıkladığımız olayların neden sonuç ilişkisi içinde gerçekleşiyor olması; doğayı bizim için "olağan" kılıyor. İnsanı olağandışı yapan şey, doğayı; nedeni ve ardından gelen sonucu izleyerek açıklarken, insan kendisini, bir sonuç olarak var olmuş haliyle fark ediyor. Doğup doğmadığımızı ya da var olup olmadığımızı bilmeye başladıktan sonra (örn: "kendimi bildim bileli") insanın ölebileceğini fark etmesi, doğadaki varolan ve sürdürülen canlılığa uymamayı seçebileceğini keşfetmesi ile kendi etkinliğini belirleme zorunluluğunun ve kendi etkinliğindeki nedenlerin belirsizliğinin yaşattığı duyguya kaygı diyebiliriz. Özgürlük de bu noktada kaygı ile birlikte ele alınıyor. Kendi etkinliğini belirleme zorunluluğuna özgürlük diyebilir miyiz? Bir zorunluluktan bahsederek özgürlük nasıl açıklanabilir? İnsan özgür olmamayı seçme özgürlüğüne de sahiptir ve bunu da yine özgürlüğüyle seçmiş olacağı için özgür olmamayı seçememiş de olur. Bu paradoksu şimdilik kenara bırakırsak, Kierkegaard'ın ifadesiyle özgürlüğün olanağı olarak kaygıyı yaşıyoruz. Mevcut etkinliklerimiz, örneğin en temel olarak var olma etkinliğimize kadar varoluşsal bir kaygı başlıyor. Bu ontolojik kaygı; var olma etkinliğimizi fark etmemiz ve bunun bizim belirleyeceğimiz nedenler zinciri ile bir olağanlığa kavuşacağını fark etmemizle ortaya çıkıyor.Farkındalığın getirdiği; etkinliklerimizi ve bunları sürdürmedeki nedenlerimizin belirsizliğini belirgin hale getirme aşaması da özgürlüğün keşfedildiği aşama. Ancak dilemma şurda; bunu seçmemeyi seçmek mümkün değil. Yani özgür olmamayı seçmen bile özgürlüğünün eseri bir seçimin ve dolayısıyla sorumluluğu sana ait. Üstelik seçim aşamasında yaşanan kaygı ve zorunlu seçim olanağı olan özgürlük aynı anda sona eriyor olabilir mi? Yani bir etkinliği ve ona atfettiğiniz neden'i seçtiğinizde diğer seçimlerden de mahrum olmayı seçmiş oluyorsunuz. Kierkegaard şöyle açıklıyor: "Özgürlüğün olanağı kendini kaygı içinde ortaya çıkarır. Ancak insan özgürlüğün kendisini gösterdiği aynı anda özgür olmayandır da. Bu karşıtlık içerisinde kaygı kendisini insanın içinde muğlak bir güç olarak gösterir. Kişi kendisi olabilmek için öncelikle bu muğlak güçle yaşamayı, kaygı içinde olabilmeyi öğrenmelidir."Gelelim korku ile; yalnızca insanlarda rastlanan kaygının arasındaki farka:Korkunun bir nesnesi varken, kaygının nesnesi hiçliktir, der Kierkegaard. Örneğin köpekten korkan kişi için köpek tehlikesi geçtiğinde korkusu da geçer. "Kaygı ise üstü örtük olarak da olsa daima, 'şimdi, burada'dır. Kaygı kişinin bütünlüğünü kaybetmesi, varoluşsal bir parçalanma haline girmesidir." Bütünlüğün parçalanmasını nasıl açıklayabiliriz? Olası koşullarda ortaya konulacak tepki ya da davranış seçeneklerinin; aklına gelen tüm ihtimaller dairesi kadar genişlediğini, genişlediği ölçüde özgürlüğün arttığını ancak aynı oranda kararsızlığın ve neyi neden seçeceğine ilişkin kendine dair belirsizliğin de arttığını görmek ile bu parçalanma kastediliyor olabilir. Kaygıyı bir uçurumun kenarında yaşadığımız baş dönmesine benzetir Kierkegaard. Bu varlığı fark edildikçe artan ihtimallerin önünde zorunlu olarak seçimde bulunan bireyin yaşadığı baş dönmesi... Kararı verirken, kendi özgürlüğümüz ile neden sonuç ilişkisi oluşturma, hatta oluşturmama özgürlüğümüz vardır. Etkinliğimizi (en basit manada varolma etkinliğimizi) nedene bağlayarak, bütünlüğün parçalanması hali tekrar bir zincirin halkası gibi görünür ve 'şimdi ve burada'lığı bir süreç içine dahil edilmiş olur. Seçimlerimizle ontolojik kaygıdan farklılaşır, seçimimizle kendimizi ve etkinliğimizi belirginleştiririz,neden sonuç ilişkisi içinde durumu olağanlaştırırız ancak artık o nedenin veya seçimin getirileri ve sorumlulukları ile özgürlüğümüzü kaybetmiş oluruz. Belirlenen seçimin tek nedeni kendimiz olması sebebiyle kendimizi bununla tanımlayabiliriz ve bir neden olarak bir benlik ediniriz. Bu hiçlikten bir şey olmaya ve bir kimlik ya da benlik inşa etmeye, bir tutarlılık içinde bir sonraki seçimi daha az belirsizlik dolayısıyla daha az kaygı yaşamaya olanak tanıyabilir. Bu benlik bizi hiçlikten bir şey olmaya taşır ancak aynı zamanda her şey olabilme özgürlüğünden de geri alarak herhangi ve bir şey olmaya taşımış olur. Oysa; "Ben şu'yum ve daha önce de tepkim şu idi" ile başlanılan bir durum anımsandığında parçalanma yerini tutarlılığa ve ihtimallerin daralmasına bırakıyor.Kierkegaard şöyle devam eder: "Bu anlamda psikoterapinin ontolojik kaygının üstesinden gelmesi mümkün değildir. Psikoterapi ancak korkuların sıklığını ve yoğunluğunu değiştirebilir. Kaygıyı ise ancak uygun bir yere yerleştirebilir; çünkü kaygı varoluşa ait bir özelliktir." Ergenlik döneminde yaşanan kimlik arayışı ve kaygı duygusu ile birlikte edinilen tutumlar, seçimler ya da alınan rol modeller sayesinde herhangi bir bütünlüğe sahip tutarlı bir çerçeve çizmeye çalışıyoruz. Peki bu süreçte kaygı neye dair yaşanıyor ve azalıyor? Kierkegaard: "Bazı koşullarda kendi tepkilerimizin ne olacağına dair belirsizlik daha açık bir ifadeyle “kendimizden korkmak” bizi kaygı haline sürükler. Çünkü burada sözü geçen “kendi” yani insan başlı başına belirsiz bir şeydir." der. Ergenlikle henüz etkinliklerimizi fark etmeye ve onları eyleyip eylememe kararına sahip olduğumuzu ve nasıl eyleme getireceğimize ilişkin farkındalıklarımız ile oluşan belirsizliklere "çünkü ben" ile başlayan sebepleri seçiyoruz ve bir sonraki olası koşullarda eski davranışımız ve seçimimiz bir referans görevi görerek "ben"lik inşa edilmeye başlanıyor. Böylece kaygının da bu "ben"e bağlı davranışların tutarlı olması ihtiyacı ile özgürlüğün de eş zamanlı azaldığını söyleyebilir miyiz? "İnsan, kaygı içinde kendisini birçok farklı şekillerde eyleyebilecek ve özgürlüğünü etkinleştirebilecek bir “kişi” olarak ortaya koyar, başka bir deyişle kendisini keşfeder. Kendisiyle yalnızca gelecekteki bir olasılık olarak değil, başka biri olmanın olasılığı olarak da ilişki kurar. İnsan varlığı olarak kendimizi özgürlüğün olanağı ile olan ilişkimiz içinde belirler ve aynı zamanda özgürlüğün olanağının kaygısıyla bu kararı veririz."Kaynakça:İncelenen Makale: Özgürlüğün Olanağı Olarak Kaygı, Yasemin Akış Yaman Yazıyı Oku
Uzman: Emine AYDOĞANYayınlanma: 29.04.2025

Evlilikte Duyarsızlık: Psikolojik Dinamikler ve Çözüm YollarıEvlilik, iki bireyin duygusal, fiziksel ve zihinsel olarak birbirine bağlandığı, karşılıklı anlayış ve destek üzerine kurulu bir birlikteliktir. Ancak, zamanla çiftler arasında duygusal bağın zayıflaması, empati eksikliği ve ilgisizlik gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Evlilikte duyarsızlık, partnerlerden birinin ya da her ikisinin de diğerinin duygularına, ihtiyaçlarına veya beklentilerine karşı kayıtsız kalması olarak tanımlanabilir. Bu durum, evliliğin temel taşlarından olan güven, sevgi ve iletişimi tehdit ederek ciddi çatışmalara yol açabilir. Bu makalede, evlilikte duyarsızlığın psikolojik nedenleri, etkileri ve çözüm yolları ele alınacaktır.Evlilikte Duyarsızlığın Psikolojik NedenleriEvlilikte duyarsızlığın kökeninde bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörler yatabilir. İlk olarak, bireysel faktörler arasında kişinin geçmiş deneyimleri, duygusal olgunluk düzeyi ve stresle başa çıkma becerileri yer alır. Örneğin, çocukluk döneminde duygusal ihmale maruz kalmış bir birey, yetişkinlikte duygularını ifade etmekte zorlanabilir ve partnerinin ihtiyaçlarına karşı duyarsız kalabilir. Ayrıca, kişinin kendi duygularına yabancılaşması (aleksitimi) da empati kurma yeteneğini zayıflatabilir.İlişkisel faktörler, çiftler arasındaki iletişim kalitesine ve çatışma çözme becerilerine bağlıdır. Uzun süreli evliliklerde, çiftler rutinlere hapsolabilir ve birbirlerinin duygusal sinyallerini fark etmeyi bırakabilir. Örneğin, bir partnerin sürekli olarak iş stresiyle meşgul olması, diğer partnerin duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etmesine neden olabilir. Ayrıca, çözülmemiş çatışmalar veya biriken kırgınlıklar, duygusal mesafe yaratabilir ve duyarsızlığı körükleyebilir.Çevresel faktörler arasında ise modern yaşamın getirdiği baskılar öne çıkar. Yoğun iş temposu, maddi sorunlar veya çocuk yetiştirme sorumlulukları, çiftlerin birbirine ayıracakları zamanı ve enerjiyi azaltabilir. Bu durumda, partnerler farkında olmadan birbirine karşı ilgisiz hale gelebilir.Duyarsızlığın Evliliğe EtkileriEvlilikte duyarsızlık, hem bireysel hem de ilişkisel düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Duyarsızlığın en yaygın etkilerinden biri, duygusal bağın zayıflamasıdır. Bir partnerin sürekli olarak diğerinin ihtiyaçlarına kayıtsız kalması, terk edilmişlik, değersizlik ve yalnızlık hislerini tetikleyebilir. Bu durum, zamanla öfke, hayal kırıklığı veya depresif belirtiler gibi duygusal sorunlara yol açabilir.Duyarsızlık, aynı zamanda iletişimde bozulmalara neden olur. Duygusal ihtiyaçları karşılanmayan bir partner, kendini ifade etmekten vazgeçebilir veya agresif bir iletişim tarzı benimseyebilir. Bu, çiftler arasında kısır döngüye dönüşen çatışmalara yol açar. Örneğin, bir partnerin "Seninle konuşmak anlamsız, zaten beni umursamıyorsun" gibi söylemleri, diğer partneri savunmaya geçirerek iletişimi daha da zorlaştırabilir.Duyarsızlığın uzun vadeli etkileri arasında ise evliliğin sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesi yer alır. Partnerlerden biri sürekli olarak ihmal edildiğini hissederse, bu durum sadakatsizlik, ayrılık veya boşanma gibi sonuçlara yol açabilir. Ayrıca, duyarsızlık çocukların da duygusal gelişimini etkileyebilir; ebeveynler arasındaki soğukluk, çocuklarda güvensizlik veya kaygı gibi sorunlara neden olabilir.### Çözüm Yolları: Duyarsızlığı Aşmak İçin Psikolojik StratejilerEvlilikte duyarsızlığı aşmak, çiftlerin bilinçli çabaları ve duygusal yatırımlarıyla mümkündür. Aşağıda, bu sorunu çözmek için uygulanabilecek psikolojik stratejiler sıralanmıştır:1. *Açık ve Yapıcı İletişim Kurma*: Çiftler, duygularını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeye özen göstermelidir. "Sen hep böyle yapıyorsun" gibi suçlayıcı ifadeler yerine, "Bazen ihtiyaçlarımı fark etmediğini hissediyorum, bu konuda konuşabilir miyiz?" gibi yapıcı bir dil kullanılabilir. İletişimde "ben dili" kullanmak, karşı tarafın savunmaya geçmesini önler.2. *Empati Geliştirme*: Empati, partnerin duygularını anlamak ve onun bakış açısını takdir etmek anlamına gelir. Çiftler, birbirlerinin duygusal sinyallerine daha fazla dikkat ederek empati becerilerini güçlendirebilir. Örneğin, partnerin stresli bir gün geçirdiğini fark eden bir eş, destekleyici bir tavır sergileyerek duygusal bağı güçlendirebilir.3. *Kaliteli Zaman Geçirme*: Yoğun yaşam temposunda çiftlerin birbirine ayırdığı zaman azalabilir. Birlikte geçirilen kaliteli zaman, duygusal yakınlığı artırır. Haftada bir akşam yemeği, ortak bir hobi veya basit bir yürüyüş bile ilişkiyi canlandırabilir.4. *Duygusal Farkındalığı Artırma*: Partnerler, kendi duygularını ve ihtiyaçlarını daha iyi anlamak için öz-yansıtma yapabilir. Meditasyon, günlük tutma veya terapi gibi yöntemler, duygusal farkındalığı artırarak duyarsızlığın azalmasına yardımcı olur.5. *Çift Terapisi*: Profesyonel destek, duyarsızlığın altında yatan nedenleri anlamak ve etkili iletişim stratejileri geliştirmek için faydalıdır. Çift terapisi, çiftlerin birbirine karşı daha duyarlı hale gelmesine ve ilişkilerini yeniden inşa etmesine olanak tanır.6. *Stresle Başa Çıkma Becerilerini Geliştirme*: Dışsal stres faktörleri duyarsızlığı tetikleyebilir. Çiftler, stres yönetimi teknikleri (örneğin, nefes egzersizleri veya zaman yönetimi) öğrenerek birbirine daha fazla enerji ayırabilir.Evlilik ve İlişki Terapisinin Temel PrensipleriEvlilik ve ilişki terapisi, çeşitli temel prensipler üzerine inşa edilmiştir. Bu prensipler, çiftlerin ilişkilerini anlamalarına ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olur. İşte evlilik ve ilişki terapisinin temel prensiplerinden bazıları:İlişkiyi önceliklendirmeİlişki terapisi, çiftlerin ilişkilerini önceliklendirmelerini sağlar. İlişkideki sorunlar genellikle diğer yaşam stresleri tarafından gölgelenebilir. Terapistler, çiftlere ilişkilerini önemsemelerini ve ona zaman ayırmalarını öğütler. Bu, ilişkinin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlar.Eşitlik ve saygıEvlilik ve ilişki terapisi, çiftler arasında eşitlik ve saygı temelinde kurulmuştur. Terapistler, çiftlere birbirlerine karşı saygılı olmayı, duygularını ifade etmeyi ve ihtiyaçlarını dile getirmeyi öğretir. Bu, sağlıklı bir iletişim ve karşılıklı anlayışın temelidir.İletişim becerileri geliştirmeİletişim, sağlıklı bir ilişkinin temel taşıdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere etkili iletişim becerileri geliştirmeleri konusunda rehberlik eder. Terapistler, aktif dinleme, empati kurma ve açık bir şekilde ifade etme gibi becerileri öğretir. Böylece, çiftler duygularını daha iyi ifade edebilir ve birbirlerini daha iyi anlayabilir.Çatışma yönetimiHer ilişkide çatışmalar kaçınılmazdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere çatışma yönetimi becerilerini öğretir. Terapistler, çiftlerin çatışmaları yapıcı bir şekilde ele almalarını sağlar. Bu, çiftler arasındaki anlaşmazlıkların daha sağlıklı bir şekilde çözülmesine yardımcı olur.#SonuçEvlilikte duyarsızlık, çiftlerin duygusal bağını zayıflatan ve ilişkiyi tehdit eden ciddi bir sorundur. Ancak, bu durum çözümsüz değildir. Duyarsızlığın kökeninde yatan bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörleri anlamak, çözüm yollarını belirlemede ilk adımdır. Açık iletişim, empati, kaliteli zaman geçirme ve profesyonel destek gibi stratejiler, çiftlerin birbirine karşı duyarlılığını artırabilir. Evlilik, sürekli bir çaba ve özen gerektirir; duyarsızlığı aşmak ise bu çabanın en önemli parçalarından biridir. Çiftler, birbirine karşı duyarlılıklarını yeniden inşa ederek daha sağlıklı, tatmin edici ve sürdürülebilir bir ilişki kurabilirler. Yazıyı Oku
Uzman: Hidayet ÇALIŞKANYayınlanma: 21.04.2025

Stockholm Sendromu, psikoloji literatüründe, mağdurların kendilerine zarar veren ya da onları esir tutan kişilere karşı duygusal bir bağ geliştirdiği bir durum olarak tanımlanır. Bu sendrom, adını 1973 yılında İsveç’in başkenti Stockholm’de yaşanan bir banka soygunu olayından almıştır. Soyguncular tarafından altı gün boyunca rehin tutulan dört banka çalışanı, kurtarılmalarına rağmen soygunculara karşı sempati geliştirmiş, hatta bazıları onların avukatlık masraflarını karşılamış ve biri soyguncudan biriyle evlenmek için nişanlısından ayrılmıştır. Psikiyatr Nils Bejerot tarafından ilk kez tanımlanan bu durum, sadece rehine durumlarıyla sınırlı kalmayıp, aile içi şiddet, cinsel taciz, insan ticareti ve tarikat gibi baskıcı ilişkilerde de gözlemlenmektedir. Bu makalede, Stockholm Sendromu’nun tanımı, belirtileri, nedenleri ve tedavi yöntemleri detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Stockholm Sendromu Nedir?Stockholm Sendromu, bir mağdurun, kendisini fiziksel ya da psikolojik olarak tehdit eden kişiye karşı empati, sempati ve hatta bağlılık geliştirmesi durumudur. Bu durum, genellikle hayatta kalma içgüdüsüne dayanan bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar. Mağdur, tehdit altında olduğu bir ortamda, saldırganın küçük iyiliklerini abartarak ona karşı olumlu duygular besleyebilir. Örneğin, bir rehine, kendisine yemek veren veya zarar vermemeyi seçen bir soyguncuyu “iyi” biri olarak algılayabilir. Bu, mağdurun stresli ve tehlikeli bir durumda kontrol hissi kazanma çabasıdır.Sendrom, yalnızca rehine durumlarında değil, günlük hayatta da görülebilir. Örneğin, aile içi şiddet mağdurları, kendilerine zarar veren partnerlerine karşı bağlılık geliştirebilir. Benzer şekilde, tarikat üyeleri veya savaş esirleri de baskıcı figürlere karşı paradoksal bir bağlılık sergileyebilir. Bu durum, mağdurun dünyayı saldırganın perspektifinden görmeye başlaması ve kendi kimliğini kaybetmesiyle karakterizedir.Stockholm Sendromu’nun BelirtileriStockholm Sendromu’nun belirtileri, mağdurun psikolojik ve duygusal durumunda belirgin değişikliklerle kendini gösterir. En yaygın belirtiler şunlardır:1. *Saldırgana Karşı Sempati ve Empati*: Mağdur, kendisine zarar veren kişiyi suçlamak yerine onun davranışlarını haklı çıkarmaya çalışabilir. Örneğin, bir rehine, soyguncunun “zor bir hayatı” olduğunu düşünerek ona acıyabilir.2. *Duygusal Bağlılık*: Mağdur, saldırganla güçlü bir duygusal bağ kurabilir. Bu bağ, saldırganın mağduru koruduğu veya ona anlayış gösterdiği yanılsamasına dayanabilir.3. *Kurtarıcılara Karşı Olumsuz Tutum*: Mağdur, polise veya kendilerini kurtarmaya çalışan diğer kişilere karşı düşmanca bir tavır sergileyebilir. Örneğin, 1973 Stockholm olayında rehineler, polisin operasyon yapacağını öğrenince soyguncuları uyarmıştır.4. *Kendini Suçlama*: Mağdur, yaşadığı durumu kendi hatası olarak görebilir ve saldırganı suçlamaktan kaçınabilir.5. *İzolasyon Hissi*: Mağdur, yalnızca saldırgan tarafından anlaşıldığını düşünerek dış dünyadan kopabilir.6. *Anksiyete ve Depresyon*: Mağdurlarda uyku bozuklukları, kabuslar, odaklanma sorunları ve duygusal boşluk gibi belirtiler sıkça görülür.Bu belirtiler, mağdurun yaşadığı travmatik deneyimin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve genellikle bilinçsiz bir şekilde gelişir. Stockholm Sendromu’nun NedenleriStockholm Sendromu’nun kesin nedenleri bilinmemekle birlikte, birkaç faktörün bu durumu tetiklediği düşünülmektedir. En temel neden, mağdurun hayatta kalma içgüdüsüdür. Tehdit altında olan bir birey, saldırganla bağ kurarak hayatta kalma şansını artırmaya çalışır. Diğer nedenler arasında şunlar yer alır:- *Uzun Süreli Temas*: Mağdur ile saldırgan arasındaki uzun süreli etkileşim, duygusal bağlanmayı kolaylaştırır.- *Güç Dengesizliği*: Saldırganın mağdur üzerindeki mutlak kontrolü, bağımlılık hissini artırır.- *İzolasyon*: Mağdurun dış dünyayla bağlantısının kesilmesi, saldırganı tek ot [belirtme] kaynağı haline getirir.- *Manipülasyon*: Saldırganın mağdura karşı hem tehditkar hem de “nazik” davranışları, mağdurda kafa karışıklığına yol açar.- *Biyolojik Faktörler*: Travmatik durumlar, beyin kimyasında değişikliklere neden olabilir ve bu da duygusal bağlanmayı tetikleyebilir.Stockholm Sendromu’nun TedavisiStockholm Sendromu, resmi bir psikiyatrik tanı olarak DSM-V’te yer almasa da, psikolojik bir durum olarak kabul edilir ve tedavi edilmesi gereken ciddi bir durumdur. Tedavi, genellikle mağdurun travmatik deneyimlerini anlaması, duygusal bağlarını sorgulaması ve sağlıklı başa çıkma mekanizmaları geliştirmesi üzerine odaklanır. Başlıca tedavi yöntemleri şunlardır:1. *Psikoterapi*: Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT) ve travma odaklı terapi, mağdurun yanlış inançlarını sorgulamasına ve travmatik deneyimleriyle başa çıkmasına yardımcı olur. EMDR (Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme) terapisi de travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtilerini hafifletmede etkilidir.2. *İlaç Tedavisi*: Anksiyete, depresyon veya uyku bozuklukları gibi belirtiler için psikiyatristler tarafından antidepresan veya anksiyolitik ilaçlar reçete edilebilir.3. *Destek Grupları*: Benzer deneyimler yaşayan kişilerle bir araya gelmek, mağdurun yalnız olmadığını hissetmesini sağlar ve iyileşme sürecini hızlandırır.4. *Aile ve Çevresel Destek*: Mağdurun ailesi ve arkadaşlarının destekleyici bir tutum sergilemesi, duygusal iyileşme için kritik öneme sahiptir.5. *Farkındalık ve Eğitim*: Mağdurun ve çevresinin Stockholm Sendromu hakkında bilgi sahibi olması, durumu tanımayı ve erken müdahale etmeyi kolaylaştırır.Tedavi süreci, mağdurun bireysel hikayesine ve klinik belirtilerine göre özelleştirilir. Amaç, mağdurun kendi duygularını tanıması, özgüvenini yeniden kazanması ve sağlıklı ilişkiler kurabilmesidir. SonuçStockholm Sendromu, insan psikolojisinin karmaşık ve çoğu zaman anlaşılması zor bir yönünü temsil eder. Mağdurun, kendisine zarar veren kişiye karşı geliştirdiği duygusal bağ, hayatta kalma içgüdüsünün bir sonucu olarak ortaya çıkar ve hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Sendromun belirtilerini tanımak, erken müdahale için kritik öneme sahiptir. Psikoterapi, ilaç tedavisi, destek grupları ve çevresel destek gibi yöntemlerle, mağdurlar travmatik deneyimlerini aşabilir ve sağlıklı bir yaşam sürebilir. Ancak, bu süreçte profesyonel yardım almak ve sabırlı bir yaklaşım benimsemek esastır. Stockholm Sendromu, sadece mağdurları değil, aynı zamanda toplumu da etkileyen bir durumdur ve bu nedenle farkındalık yaratmak, önleyici adımlar atmak ve destek sistemlerini güçlendirmek büyük önem taşır.*Kaynaklar*:- Memorial Tıbbi Yayın Kurulu, “Stockholm Sendromu Nedir? Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri,” 2024.[](https://www.memorial.com.tr/saglik-rehberi/stockholm-sendromu-nedir)- Acıbadem Web ve Yayın Kurulu, “Stockholm Sendromu Nedir? Belirtileri ve Tedavi Yöntemleri,” 2024.[](https://www.acibadem.com.tr/ilgi-alani/stockholm-sendromu/)- NPİSTANBUL, “Stockholm Sendromu Nedir, Belirtileri Nelerdir?,” 2025.[](https://npistanbul.com/stockholm-sendromu-nedir-belirtileri-nelerdir) Yazıyı Oku
Uzman: Hidayet ÇALIŞKANYayınlanma: 21.04.2025