1. Uzman
  2. Hidayet ÇALIŞKAN
  3. Blog Yazıları
  4. Olmamış bir şeyi olmuş gibi gösterme hastalığı nedir?

Olmamış bir şeyi olmuş gibi gösterme hastalığı nedir?

“Eğer beynimizin sağ ve sol tarafları birbirinden bağımsız hareket etmeye başlarsa, hayal ve gerçeği ayırt edemeyiz. Beynin sağ ve sol kısımlarının bağımsız hareket etmesi olarak tanımlanan; Şizofreni, bireyin duygu düşünce ve davranışlarda anormal sapmalar yaşamasına sebep olur. Toplumdan uzaklaşma, olaylar karşısında fazla tepki verme veya tepkisiz kalma, mantıksız konuşmalar, konsantrasyon güçlüğü gibi belirtilerle yavaş yavaş ilerler..


Paranoid Şizofreni Nedir?

Paranoid şizofreni kendini daha çok birden fazla sanrı ya da sık işitme varsanıları ile gösterir. Yani ön planda daha çok pozitif belirtiler yer alır. Sanrılardan daha çok kötülük, düşmanlık görme (persekütuar) ve büyüklük (grandiyoz) sanrıları görülür. İşitme varsanıları çoğunlukla sanrıların içeriği ile ilişkili olur. Paranoid şizofreni katatonik ve dezorganize şizofreniye göre nispeten geç yaşlarda ortaya çıkar. Hastalar şizofreniye daha çok sosyal yaşamlarını kurmuş oldukları 20’li 30’lu yaşlarda yakalanırlar. O yüzden hastalığı daha rahat geçirir ve ego kaynakları diğer tip şizofrenili hastalara göre daha zengindir. Ayrıca paranoid şizofrenili hastalarda ruhsal beceriler ve duygusal katılım diğer tiplere göre daha çok korunmuştur. Paranoid şizofrenide davranışta gerileme de daha az görülür.

Paranoid şizofrenili hastalar şüpheci, gergin ve tetikte görünürler. Bazı kişilere aşırı resmi bazılarına da çok yakın durabilir ama genelde insanlara uzak duran bir tutum sergilerler. Tartışmacıdırlar, herkesten üstünmüş gibi davranırlar. Bilişsel işlevsellikleri ve duygulanımları görece sağlam kaldığından belirtilerini gizlemeyi ve toplumsal alanda idare etmeyi çok iyi başarırlar. Ancak provoke olduklarında özellikle beraber yaşadıkları kişilere karşı öfkeli ve saldırgan davranabilirler. İntihar girişiminde de bulunabilirler. Bazen de aile efradına farkında olmadan yaşadıkları sanrı ve varsanılardan söz edebilirler ama sorulduğunda inkâr ederler. Bu hastaların en önemli özelliği nöropsikolojik test performansında pek bozukluk gözlenmemesi ve tedaviye en iyi cevap veren şizofreni tipi olmasıdır.

Dezorganize (= Hebefrenik) Şizofreni Nedir?

Dezorganize şizofreni, bilişsel, ruhsal ve sosyal becerilerde belirgin gerileme (regresyon), dağınık (dezorganize) ve kontrolsüz (dizinhibe) davranışlarla karakterize bir şizofreni tipidir. Hastalar görünürde aktiftirler ancak hareketleri bir amaca ve işe yönelik değildir. Konuşma dağınıktır ve sıklıkla uygunsuz gülmeler ya da gülümsemelerle birliktedir. Duygulanımları donuk ya da uygunsuzdur. Yüz ifadelerinde grimas, mannerizm ve acayip mimikler gözlenebilir. Sanrı ya da varsanılar karma karışıktır ve belirli bir konu üzerinde yoğunlaşmaz. Dezorganize şizofreni genellikle 25 yaşından önce başladığından yıkanma, giyinme, yemek yapma gibi günlük yaşam etkinliklerini ileri derecede bozar. Nöropsikolojik ve bilişsel testlerde performans çoğunlukla düşüktür. O yüzden tedaviye cevabı en kötü olan şizofreni tipidir.

Katatonik Şizofreni Nedir?

Katatonik şizofreni motor işlevlerde belirgin bozulma ile karakterize bir şizofreni türüdür. Bu bozulmalar stupor, negativizm, rijidite, eksitasyon ve postür alma şeklindedir. Motor hareketler hareketsizlik (katatoni), aşırı motor etkinlik, aşırı negativizm, mutizm, istemli davranışlarda acaiplik, ekolali (karşıdakinin söylediğini tekrarlama) ve ekopraksi (karşıdakinin davranışlarını tekrarlama) şeklindedir. Motor hareketsizlik, katalepsi (balmumu esnekliği) ya da stuporla kendini gösterir.

Balmumu esnekliği hastaya bir pozisyon verildiğinde saatlerce o pozisyonda kalmasıdır.

Stupor da hastanın çevreye ve çevresel uyarılara duyarlığının kaybı veya azalması ile belirgin hareketsizlik ve yarı uyku halidir. Hasta sanki yarı koma halindedir ve hiçbir uyarana cevap vermez.

Aşırı motor etkinlik amaçsızdır ve dış uyaranlardan etkilenmez. Bazen “katatonik eksitasyon” adını verdiğimiz katatonik pozisyondayken yanından geçene tokat atmak, ayağını çekmek gibi deşarj hareketleri gözlenebilir.

Katatonik şizofrenili hastalarda negativizm adını verdiğimiz karşıt davranma durumu da gözlenir. Negativizm hastanın konuşmaya veya istenileni yapmaya karşı direnç göstermesidir. Örneğin hasta muayene esnasında gözünü açması istendiğinde açmayabilir, açmaya çalışıldığında da gözkapaklarını daha da sıkarak kapatmaya çalışabilir, sorulan sorulara hiç cevap vermeyebilir.

Bu hastalarda hareketsizlik ve negativizm sebebiyle beslenme bozuklukları, dehidratasyon (aşırı su kaybı), bitkinlik, yorgunluk, dekübitus ülserleri ve böbrek bozuklukları görülebilir. İlaçlara bağlı ateş yükselmesi ve otonom dengenin bozulmasıyla karakterize nöroleptik malign sendrom riski yüksektir.

Ölüm tehlikesinin, kendine zarar verme riskinin en çok arttığı şizofreni tipidir.

Rezidüel Şizofreni Nedir?

Rezidüel şizofreni türünde hasta en az bir şizofreni epizodu geçirmiş olur ancak devam eden klinik görünümde sanrı, varsanı, dezorganize konuşma ve davranış gibi pozitif psikotik belirtiler gözlenmez.

Hastalarda negatif belirtiler ya da iki veya daha çok hafif pozitif semptomlar olabilir. Sanrı ya da varsanı olsa da pek belirgin değildir ve bunlara güçlü bir duygulanım eşlik etmez. Bu hastalar ya belli bir düzeyde remisyona girip tortu belirtilerle sınırlı da olsa sosyal işlevlerini yerine getirebilir ya aktif ve net bir atak yaşarlar ya da tam remisyona girerler.

Farklılaşmamış Tip Şizofreni Nedir?

Şizofreninin aktif evresi için tanı ölçütlerini karşılayan belirtiler vardır ancak bunlar paranoiddezorganize ya da katatonik tip için özel tanı ölçütlerini karşılamaz.

Bunların dışında bazı otoriteler şizofreniyi belirti özelliklerine göre Pozitif Belirtilerle Giden Şizofreni (Tip-I Şizofreni) ve Negatif Belirtilerle Giden Şizofreni (Tip-II Şizofreni) şeklinde iki gruba ayırır. Tip-I Şizofreni paranoid, katatonik, dezorganize şizofrenide görülen belirtilerle seyrederken Tip-II Şizofreni negatif belirtilerle seyreder. Bir de Tip-II Şizofreniyi Defisit Sendromu adıyla ayrı bir kategori olarak görenler de vardır.


Dil beynin bütün alanlarının koordineli bir şekilde çalışmasıyla oluşan mükemmel bir faaliyettir. İnsanların birbiriyle anlaşmak, ruhsal ve duygusal iletişim kurmak, haberleşmek ve fikir alışverişinde bulunmak için kullandıkları en önemli araç dildir. Bu konuşma ve yazma şeklinde olduğu gibi işaret dili veya başka semboller aracılığı ile de olabilir. İnsandaki kadar gelişmiş olmasa da hayvanların bile kullandıkları bir dil vardır. Örneğin arıların havadaki dans etme biçimleri ile bal toplanacak yerleri işaret etmeleri, maymunların 2-3 yaşındaki bebeğin seviyesine gelebilecek düzeyde de olsa sağır ve dilsizler için kullanılan işaret dilini öğrenip kullanabilmeleri, balina ve yunusların çıkardıkları sesler hayvanların da kullandıkları bir dilin olduğuna işaret eder. Yani evrende canlı cansız ne varsa bir dile sahiptir ve kendince bir şeyler konuşur.

Ancak insan sembollerle ve soyut kelimelerle oluşturduğu konuşma ile diğer canlılardan farklı bir boyuta geçer. Ayrıca insan kendisini farklı kılan bu dili düşüncelere de dönüştüren bir yüksek kabiliyete sahiptir. Doğumundan itibaren dil ile ilgili bir gelişim sürecinden geçer. İletişime somut (konkre) yani eşyanın sesini taklitle başlar, sonra senbol ve soyut kelimelerle konuşmayı, en nihayetinde soyut düşünmeyi keşfeder. Oktavio Paz’ın da dediği gibi “İnsan düşündüğü için konuşmaz konuştuğu için düşünür.”

Dilin ve konuşmanın gelişmişlik seviyesi aynı zamanda düşüncenin de seviyesini belirler. İnsan düşüncesini kelimeler şekillendirir, zenginliğini kelimeler belirler. Kelimeler belli bir ahenk ve düzen içinde çağrışım bağlarıyla bir araya gelir. Böylece düşünme ve konuşmada bütünlük sağlanır. Kelimeler insan zihninde dış dünyayla ilgili nesne, olay ve duyguları sembolize eder. O yüzden bilinen kelime sayısı arttıkça zekânın kalitesi de artar. Bugün Afrika’da yaşayan bazı kabilelerin dilleri 900 kelimeden ibarettir. Buna karşılık, İngilizcede 120.000 kelime bulunur. Shakespeare’in eserlerinde birbirinden farklı 30.000 kelime kullandığı, bu yüzden dünyada en fazla değişik kelime kullanan yazar olduğu, onu Victor Hugo ve Goethe’nin takip ettiği bilinir. Bu yazarların eserleri, insan düşüncesini ve soyutlama gücünü yansıtan en esaslı örneklerdir.

Bu eserler hem yaşadıkları döneme ışık tutmuş hem de sonraki nesillerin düşünce gelişiminde de etkin rol oynamıştır. Bu örneklerin aksine fakirleşen dilin insan düşüncesini nasıl zafiyete uğrattığı, insan ilişkilerini ve iletişimini bozduğu, yozlaşmaya ve yabancılaşmaya sebep olduğu tarih boyunca sıklıkla görülmüştür. Kullanılan kelime sayısı azaldıkça önce dil sonra da düşünce fakirleşir. Düşüncenin fakirleşmesi insanı pasif, tekdüze veya çok az düşünen, taklit aşamasından öteye geçemeyen, kolayca yönlendirilebilen biri haline getirir. Dilin fakir olduğu veya fakirleştirildiği toplumlarda “sosyal yabancılaşma sendromu” adı verilen bir durum oluşur ki bunun psikiyatrideki karşılığı şizofrenidir. Şizofrenide doğal dil gelişimi tamamlanmış olmasına rağmen, nöro-kimyasal bozulmalar sebebiyle önce dil sonra da konuşma ve soyut düşünme bozulur. Bu nedenle şizofreni bir iletişim bozukluğu olarak da tanımlar. Nitekim bir dönem şizofreni ‘mükâleme bozukluğu’ yani ‘karşılıklı konuşma, iletişim bozukluğu’ diye de tanımlanmıştır.

Şizofrenide Konuşma Bozuklukları Nelerdir?

Şizofrenili hastalardaki konuşma bozukluğu düşünce ve muhakemenin bozulduğunu yansıtır önemli bir klinik belirtidir.

Şizofrenili hastalarda kendilerine söylenen cümleleri aynen tekrar etme, söylenen kelimelerin son hecesini veya kelimesini yineleme, aynı kelimeyi birçok kere arka arkaya söyleme, birbirleriyle hiçbir bağlantısı olmayan ve bir araya geldiği zaman anlamlı bir cümle teşkil etmeyen kelimeleri otomatik bir şekilde söyleme, kendisiyle görüşen kişinin sorularına yine onun kullandığı kelimelerle cevap verme şeklinde konuşmalar görülebilir. Bunlar düşünce fakirliğinin bir göstergesidir. Kişi karşısındaki insanın kelimelerini kullanarak iletişim kurmaya ve gitgide yabancılaştığı dış dünyaya taklit yoluyla tutunmaya çalışır.

Uzun süre hastanede kalmış, çevreyle irtibatı tamamen kopmuş, uyaran açlığı içindeki şizofrenili hastalarda aynı kelime veya deyimlerin hissiz ve duygusuz bir şekilde tekrar etme görülür. Hasta bazı kelimeleri, cümleleri, deyimleri, hatta kendi ürettiği kelimeleri papağan gibi tekrarlayıp durur.

Şizofrenili hastalarda sözel akıcılık ve kelimelerdeki melodiyi ifade etme zorlaşır. Dolayısıyla prozodileri bozulmuştur (disprozodi). Bu nedenle kelime vurgularını doğru yapamaz, hem kelime tonlamasında hem de hece vurgularında bozukluk yaşarlar.

Şizofrenide bazen agramatik konuşma görülür. Ekler, bağlantılar, fiiller bozulur. Hasta telgraf çeker gibi kısa cümlelerle konuşur. Buna telegrafik konuşma da denir. Yine fiilleri mastar halinde kullanma (tarzan konuşması) ve vecize gibi konuşma (asintaksi) da görülür. Ancak bu tip konuşmalarda, vurgular ve akış değişse de, anlatım gücü bir dereceye kadar korunur. Bir örnekle görmeye çalışalım: “Efkârı umumiyeye maruzatım şudur Türkiye Cumhuriyetinin başlıca vasıfları şudur birinci vazifesi Türk milletine akli selim yönüyle muamele edilmesidir bunun içindir ki muhtelif sınıflardaki insanlarda imtiyaz ve sınıf yoktur bunun sebebi şudur insanlar toplu olarak çalışırlarsa derece ve sınıflara münkasen olması zaruridir.” Yer yer vecize şeklinde (asintaksi), yer yer de telegrafik konuşma izleri görülüyor. Kelimeler art arda sıralanmış, noktalama işaretleri hastanın konuşma şekline göre değişmiştir hatta neredeyse kaybolmuştur.

Bazı hastalar karşılıklı konuşma yeteneklerini kaybedebilirler. Kendi kendilerine mırıldanır, işittikleri seslerle konuşur, karşılarında gördükleri hayallerin söylediklerine cevap verirler. Zaman zaman, gözlerini odanın bir köşesine dikip gaipten gelen sesleri dinleyebilir, onlarla konuşabilir, kavga edebilir, konuşanlara küfür edebilirler. Tek başına monolog tarzında konuşabilir, durup dururken alakasız sözler sarf edebilirler. Buna verbal impulsiyon yani kontrolsüz konuşma adı verilir. Kendi kendine gülmeler, bazen aniden sinirlenmeler, kendi kendine konuşmalar bu belirtinin uzantısıdır.

Bazen son derece müstehcen deyimlerle dolu konuşmalar görülür. Buna koprolali adı verilir.


Şizofreninin yükünün büyük bir bölümü ailelerin üzerindedir. Eskiden, bu hastalığın anne babanın davranışları yüzünden geliştiği ya da hastalıkta ailenin payı olduğu şeklinde bir inanış vardı. Bu inanış bugün büyük ölçüde geçerliliğini kaybetmiş ve bu manevi yük bir nebze olsun azalmıştır. Ancak yine de ailelerin kaldırmaya çalıştığı yük son derece ağırdır. Sosyal desteğin iyi olduğu toplumlarda devlet bu yüke büyük oranda ortak olur ve ailelerin yükünü hafifletir. Ancak sosyal desteklerin iyi olmadığı toplumlarda yük halen ailelerin omuzlarındadır.

Ailelerin bu yükü omuzlamasında kültürel unsurlar önemlidir. Örneğin Çin’de hastalar çoğu zaman hakir görülür ve yalnız bırakılır; Brezilya, Meksika gibi ülkelerde ise sahiplenilir.

Ailelerin yükünü azaltmak için bazı ülkelerde gündüz bakım evleri kurulmuştur. Burada hastalar gün boyu resim, müzik, spor gibi aktivitelerle meşgul edilir. Bu meşguliyet esnasında aile fertleri meslekî ve sosyal faaliyetlerine devam edebilir, özel işlerini halledebilirler. Bu sayede aileler bir an olsun nefes alabilir ve rahatlayabilir.

Şizofreninin yükünde büyük önemi olan ailenin tedavide de rolü büyüktür. Her ne kadar hastayı psikiyatri doktoru tedavi etse ve bakımı hastane personeli yapsa da, hastanın hayatının büyük bir bölümü ailesiyle geçer. Bu nedenle, ailenin ve hatta çevrenin şizofreni konusunda eğitilmesi tedavi açısından büyük önem arz eder. Zira aile ve çevrede, şizofreninin seyrinde değişik tepkiler ortaya çıkabilir. Yeterli bilgilendirme olmadığında ortaya çıkan yanlış tutumlar hastanın iyileşmesine engel olabilir.

Bazen hasta yakınları, hastanın tıbbî tedavisinden sorumlu kişiler gibi görülür. Ancak bu yaklaşım doğru olmadığı gibi, hastalığın sürekli gündemde kalmasına ve hasta yakınlarının tükenmesine sebep olur. Doktorun yanında veya hastane ortamında zaten tedaviden bahsedilecektir. O yüzden hastanın sair zamanlarda şizofreninin gölgesinden kurtulmasına izin verilmelidir. Kişi kendisini hep hastane ortamındaymış gibi hissetmemelidir. Bu tutumun kötü sonuçlarından biri de ailelerin de damgalama batağına sürüklenmesidir. Şizofreni ailesi kimliğinden uzaklaşılmalıdır. Bu hastanın sosyalleşmesinin de bir gereğidir.

Hasta yakınlarına gereğinden fazla sorumluluk vermek, bir zaman sonra hastaya yöneltilen öfke, suçlama, ihmal, duygusal şiddet hatta direkt şiddet oranında artışa sebep olabilir. Aile, üstlendiği sorumluluğun ağırlığından dolayı makul düşünemez hale gelebilir ve kişiyi inatlaşıyormuş gibi algılamaya yöneltir. Bu hastanın en önemli desteği olan ailesinden uzaklaşmasına ve gitgide yalnızlaşmasına sebep olur. Ailelerin yapmaları gereken, sadece hastanın ilaçlarını takip ve temin etmek, onun güvenliğini sağlamak ve kendisine duygusal açıdan destek vermektir.

Öte yandan, şizofrenili kişilerin aileleri hastaya nasıl davranacakları ve hastanın güvenini nasıl kazanacakları konusunda eğitilmelidir. Bu konuda eğitim vermek psikiyatrın en önemli görevlerindendir. Eğer ailenin eğitimi eksik bırakılırsa, tedavi eksik kalmış olur. Sadece ilaçları düzenlemek ve küçük yönlendirmelerde bulunmak yeterli değildir. Hasta için evi onu rahabilite eden bir ortama dönüştürülmelidir. Aksi takdirde, hekim mükemmel bir ilaç tedavisi düzenlemiş olsa bile, kişisel ve sosyal boyut eksik kaldığından yeterli düzelme elde edilemez. Bu durum, ameliyatı başarıyla tamamlayıp cerrahi müdahaleye bağlı komplikasyonları önemsemeyen ve bu nedenle hastasını kaybeden bir cerrahın düştüğü duruma benzer. Ameliyatın başarılı geçmesi tedavinin tamamıyla başarılı olduğu anlamına gelmez. Aynı şekilde ilaç tedavisinin başarılı olması da, şizofreni tedavisinin tamamıyla başarıldığını göstermez. O yüzden psikiyatr ilaç tanzim etmenin yanısıra psikolojik ve sosyal terapi unsurlarını da devreye sokmalıdır. Yani hastane harici ortamı da hasta için terapötik hale getirmelidir.

Araştırmalar psikiyatrların çoğunun aileyi bilgilendirme, aileyle görüşme ve aileden bilgi alma konusunda yeterince duyarlı olmadıklarını ortaya koymuştur. Özellikle yoğun çalışılan merkezlerde aileler pek dikkate alınmaz. Aile görüşmeleri ihmal edilir ve tedavi sadece hastanın genel görünümü üzerinden belirlenir. Halbuki şizofrenide sağlıklı bilginin kaynağı ailelerdir. Hasta birçok belirtiyi gizleyebilir, hastalığını çarpıtabilir veya sorunlarını tam olarak ifade edemeyebilir. Böyle bir durumda mutlaka onunla yaşayan aile fertlerinin bilgilerine başvurulmalıdır. Aksi takdirde, teşhis dolayısıyla tedavi eksik kalır.

Psikiyatri uzmanlarının aileden bilgi almakla kalmayıp aile fertlerini iyi tanımaları da önemlidir. Hekim, aile fertlerinin olumlu ve olumsuz taraflarını, sosyokültürel ve sosyoekonomik durumlarını, eğitim seviyelerini, kişisel kapasitelerini, kişilik özelliklerini tespit etmeli; bu tespitin ışığında uygun programı belirlemeli ve aileleri buna göre yönlendirmelidir. Her aileye aynı yönlendirmelerin yapılması, iyi niyetli de olsa doğru değildir. Çünkü her ailenin ihtiyacı farklıdır. Örneğin şizofrenili hastayı dışlayan ve ondan korkan bir kültürde öncelikle korkuyu ortadan kaldırmak gerekir. Bu aşamayı geçmeden yapılacak yönlendirmeler çoğu zaman sonuçsuz kalır.

Kitap, dergi ve kitle iletişim araçlarından şizofreni hakkında bilgi elde etmek mümkündür. Ancak hastalığın yönetilmesi konusunda aileye en iyi bir uzman yardımcı olabilir. Şizofreninin ne olduğunu anlatan bilgilendirici faaliyetler faydalıdır ama yeterli değildir. Ailenin ve hastanın ihtiyacına yönelik destek programları belirlenmeli ve uygulanmalıdır.

Şizofrenide Ailelerin Bilgilendirilmesinin Önemi Nedir?

Aileler kendi içlerinden birine şizofreni tanısı konduğunda öfke, suçluluk, inkâr, hastalığı saklama ve gizli tutma gibi tepkiler verir. Verilen tepkide, ailenin yaşadığı toplumun şizofreniye bakışının rolü büyüktür. Psikiyatrın bu tepkileri gözden kaçırmaması süreci kontrol edebilmesi açısından önemlidir.

Şizofrenili hastalara yaklaşımın kötü olduğu Çin’de yapılan bir çalışmada 101 şizofrenili hasta ailesi eğitim programına alınmış. Bu programın sonunda, ailelerin bilgi ve bilinç düzeyinde yükselme ve hastaların belirti skorlarında da anlamlı bir düşüş gözlenmiştir. Aile eğitiminin tedaviye büyük katkılar sağladığını gösteren bunun gibi birçok araştırma vardır. Bunun tam tersi de söz konusudur: Şizofreni konusunda bilgilendirilmeyen ve eğitilmeyen ailelerde gözlenen olumsuz tutumlar, depresyon ve moral bozukluğunun daha çok görülmesine sebep olmuştur.

Şizofreni Ailelerinde Görülen Öfkenin Sebebi Nedir?

Şizofreni sebebiyle özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünen ailelerde sıklıkla öfke gelişir. Şizofreni bakımı, ailelere günlük işlerinin yanında ek sorumluluklar yüklediği için aile fertleri bir zaman sonra zorlanmaya başlar. Bu da, gizli bir öfkenin gelişimine zemin hazırlar. Sağlık sisteminde görülen aksaklıklar, ilaç yazdırmanın zorlukları gibi dış faktörler öfkenin daha da artmasına sebep olur. Aile hastanın ilaçlarını temin etmek gibi asli sorumluluklarından ve hastadan gitgide uzaklaşır. Bu ihmal hastalarda duygusal bir şiddet etkisi yaratarak durumlarının daha da kötüleşmesine yol açar. Bazen bu duygusal şiddetin dozu iyice artar. Yaşanan zorlukların günah keçisi olarak ilan edilen hastaya bağırmalar, kızmalar ve hakaretler başlar.

Öfke, muhakeme ve empatiyi bozan bir duygudur. Çarptığı duygu ve düşüncelerin yönünü olumsuza çevirir. İlk dönemde hastaya duyulan şefkat öfkenin etkisi ile nefret söylemlerine dönüşür. Hastanın şizofrenili olduğu unutulur. Örneğin ailesi tarafından zehirleneceği şeklinde sanrıı olan bir hastanın nankörlük ettiği düşünülebilir. Ailede bu tür bir öfke ile karşılaşan psikiyatr olaya hemen müdahale etmelidir. Çünkü ailedeki bu öfke şizofreninin şiddetlenmesine ve intihar gibi korkulan olaylara sebep olabilir. Aileye şizofrenideki bu düşüncelerin ne anlama geldiğini, nereden kaynaklandığını anlatmalı, ailenin moralini yükseltmeli ve sakinleşmesini sağlamalıdır. Psikiyatr destekleyici ve cesaretlendirici olmalı, aileyi suçlamaktan kaçınmalıdır. Ayrıca aile ile işbirliğini kuvvetlendirmelidir çünkü aile psikiyatrın dışarıdaki gözü, kulağı gibidir ve tedavinin başarılı olması için aileye ihtiyacı vardır.

Ailelerin sağlık kurumlarında ilaç yazdırma ve ilaca ulaşma imkânlarının kolaylaştırılması da son derece önemlidir. Hastalığın tükettiği aileler, bu türden bürokratik engellerle karşılaştıklarında kendilerini daha da çaresiz hissederler. Söz konusu aksaklıklar hasta yakınlarında depresyon, tükenmişlik, panik, kaygı bozukluğu gibi ruhsal sorunlara yol açar.

Şizofreni Ailelerinde Görülen İnkâr Davranışı Nedir?

Şizofrenili hastaların yakınlarında gözlenen bir başka tutum da hastalığı inkârdır. İnkâr hastayı gizlemeyi de beraberinde getirir. Aslında yaşanan büyük acıdan korunmak adına kullanılan bir savunma mekanizmasıdır. Bazen de hastalığın sindirilememesine karşı “Benim çocuğum nasıl böyle olur?” tarzında bir tepkidir. Güzel günlerin geçmişte kaldığı düşüncesi de inkârı doğurabilir.

Bu kişiler şizofreni konusunda mutlaka bilgilendirilmelidir. Bunun biyolojik bir bozukluk olduğu, diğer pek çok rahatsızlık gibi ilaçla tedavi edilebildiği, bu konuda yeni gelişmelerin olduğu, sosyal destekle çok daha iyi bir noktaya gelinebileceği anlatılmalıdır. Ailelerin, yaşadıkları inkâr duygusundan bir anda kurtulmalarını beklememek gerekir. Her görüşmede hasta yakınlarının yanlış düşünceleri irdelenmeli ve sabırla düzelmesi sağlanmalıdır.

Şizofreniyi inkârın önemli sonuçlarından biri de mücadele azminin yol olmasıdır. Hasta yakınları böyle bir psikolojide ilaç yazdırmaya, hastaneye yatırmaya, tedavi için uğraşmaya gerek yok gibi düşüncelere kapılır ve hastayı ihmal edebilir.

Şizofreni Ailelerinde Suçluluk ve Günahkârlık Duygusu Gelişir mi?

“Biz bir günah işledik, Allah da bize bu cezayı verdi.” şeklindeki günahkarlık duygusu sık görülen bir tepkidir. Bunun böyle olmadığını, çok ahlaklı, dindar, maneviyatı güçlü, inançlı, dürüst, namuslu kişilerin de şizofreniye yakalanabileceğini, şizofreninin genetik ve biyolojik etkenlere bağlı olarak geliştiğini vurgulamak gerekir. Şizofreninin metafizik ve spiritüel nedenlerle oluştuğu inancı Ortaçağ zihniyetinin bir ürünüdür. 24 Günahkarlık psikolojisi aileleri çareyi tıptan ziyade üfürükçü, şarlatan hocalarda aramaya sevk eder. Bu yüzden oyalanıp yıllarca tedaviye başvuramamış binlerce şizofrenili hasta vardır. Halbuki şizofrenide tedavi ne kadar erken başlarsa iyileşme ihtimali o oranda artar.


İnternet ve akıllı telefon gibi iletişim araçlarının artmasıyla birlikte, ilaç kullanan kişilerin haberleşme ve yaşadıklarını başkalarıyla paylaşma imkânları da artmıştır. Deneyimlerin paylaşılması güzel bir şeydir. Ancak bazen yanlış algılamalara sebep olan ve bilgi kirliliği yaratan paylaşımlar da olmaktadır. Bunlar yarattıkları dezenformasyonla hasta ve yakınlarını tedirgin etmektedir.

İlaçların elbette yan etkileri vardır ama her ilaç her insanda aynı yan etkiye yol açmaz. Metabolizmanın hassasiyeti ve hastalık durumu kişiden kişiye değişir. Böyle bir durumda “Şu ilaç bende baş ağrısı/unutkanlık yaptı. Sizleri de uyarıyorum, bu tür ilaçları kullanmayın” şeklindeki paylaşımlar birçok hastaya ulaşıp paniğe sebep olabilir. Bu tür yazıları okuyan hasta ve yakınlarının mutlaka doktorlarına danışmaları gerekir. Yazıların etkisiyle hastanın veya yakınlarının ilacı kendi kendine kesmesi tedavi sürecini aksattığı gibi en başta hastaya zarar verir. Bunun için psikiyatrlar, hasta ve yakınlarına şizofreni ilaçlarıyla ilgili yanlış yönlendirmeleri baştan izah etmelidir.

Şizofreni ilaçları bağımlılık yapar mı?

Şizofreni ilaçlarının uyuşturucu etkisi yoktur. Uyuşturucu maddeler şizofreniye sebep olan dopamin maddesini arttırırken, şizofreni ilaçları azaltır. Uyuşturucular vücutta bu maddenin tükenmesine sebep olur, şizofreni ilaçları ise dopamini tüketmeden etkinliğini düzenler ve o yüzden bağımlılık oluşturmaz.

Şizofreni ilaçları beynin yapısını bozar mı?

Günümüzde kullanılan psikiyatri ilaçları beyne yapısal olarak zarar vermez. Çünkü bu ilaçlar sadece biyokimyasal ve fonksiyonel süreçlere etki eder, beyinde kalıcı bir hasara ve zihinsel bir bozulmaya yol açmaz.

Şizofreni ilaçları organlara diğer ilaçlardan daha fazla mı zarar verir?

Yanlış inanışlardan biri de, şizofrenide ilaçlarının böbrek, karaciğer ve kalp gibi hayati organlara zarar verdiğidir. Eski tarz ilaçlar kalp ve karaciğer gibi organlara zarar verebiliyordu. Ancak yeni kuşak antipsikotik ilaçlar birçok yan etkiden arındırılmıştır. Makul dozlarda alındıklarında masum ilaçlardır.

Şizofreni ilaçları uyutucu mudur?

Bir başka yanlış inanç da, ilaçların hastaları sadece uyuttuğu, uyuşturduğu ama tedavi etmediğidir. Özellikle yeni kuşak şizofreni ilaçları, hastayı uyuşturmadan, uyutmadan tedavi eder. İlaçların prospektüslerinde yan etkileri yazar. Ancak yazılan yan etkiler mutlaka her hastada ortaya çıkacak diye bir kayıt yoktur. Bu bilgiler uyarı mahiyetindedir. En basit bir ağrı kesicinin prospektüsünde bile yüzlerce yan etkiden bahsedilir. Psikiyatrların deneyimleri prospektüs bilgilerinden çok daha değerlidir. Şizofrenide kullanılan her ilacın kendine has yan etkileri olabilir. Bunlar iyi bilinir ve gerekli tedbirler alınırsa rahat bir tedavi süreci yaşanabilir. Dikkat edilmesi gereken, yan etkileri fark etmektir. Farkına varıldıktan ve önlem alındıktan sonra, hele yeni kuşak şizofreni ilaçlarında ağır yan etkiler gözlenmez.

Şizofreni İlaçlarının Yan Etkileri Nelerdir?

Hareket yavaşlaması (=parkinsonizm): Özellikle eski kuşak şizofreni ilaçları tükürük salgısında artma, hareketlerde yavaşlama, robotlaşma ve titreme belirtileriyle giden parkinsonizm tablosuna sebep olabilir. Bu yan etkiler, hastaların %30’unda görülür. Ancak yeni kuşak ilaçlarla durum değişmiştir. Psikiyatrlar, saydığımız belirtilerin görülmemesi için parkinsonizmi önleyen ilaçları tedaviye eklediklerinde belirtiler çok daha az görülür. Buna rağmen yan etki görülüyorsa, önleyici ilacın dozu arttırılır ya da hastanın durumu el veriyorsa şizofreni ilacının dozu azaltılır. Bu da işe yaramazsa psikiyatrın kararıyla ilaç değiştirilir.

Uyku hali: Bazı şizofreni ilaçları aşırı uyku hali yapabilir. Özellikle ilaca başladıktan sonraki ilk günlerde, hastada sıklıkla uyku hali görülebilir. Bu durum, genellikle vücudun ilaca alışmasından sonra geçer. O yüzden ilk günlerde sabırlı olunmalıdır. Ancak alışma dönemi geçtiği halde uykululuk devam ediyor ve hasta günlük aktivitelerden geri kalıyorsa ilacın dozu azaltılmalıdır. Doz azaltımı sakıncalıysa, ilaç bir süre başka bir ilaçla kombine edilip yavaşça kesilmeli, yeni ilaca geçiş yapılmalıdır. Eski ilaçlar gerçekten de hastaları çok uyuturdu. Sadece uyutma etkisinden istifade edilen, tedavi gücü olmayan ilaçlar vardı. O zamanlar pek fazla seçeneğin olmaması psikiyatrın elini kolunu bağlıyordu. Ancak yeni kuşak ilaçlarla bu yan etkiler büyük oranda geride kalmıştır.

Uyuyan insan hayattan kopar. Konuşmaz, dışarı çıkmaz, kendine bakmaz, iş yapmaz, alışverişe gitmez. Şizofreni tedavisinde istenilen şey ise, kişinin bir an önce sosyal işlevselliğine kavuşmasıdır. O yüzden uyutmayan ve sedasyon yaratmayan ilaçları seçmek gerekir. Hastalığın alevlenme dönemlerinde bilinçli olarak uyutan, sakinleştiren ilaçlar seçilebilir, ancak atak geçtikten sonra uyutmayan ilaçlardan yana tercihte bulunulmalıdır.

Ağız kuruluğu: Çoğunlukla geçici bir durum olarak ilaçlara bağlı ağız kuruluğu görülebilir. Ağız kuruluğu için bol su içmek, şekersiz sakız çiğnemek gibi pratik uygulamalar tavsiye edilir.

Kabızlık: Şiddetli kabızlıklarda hastaya ilaç ve lavman desteği verilmelidir. Ancak öncesinde hekime danışılması gerekir. Çünkü bu tür ilaçlar gereksiz yere ve uzun süre kullanıldığında bağırsak tembelliğine yol açabilir. Hafif ve orta derecede kabızlıklarda her sabah bir iki adet kayısı kurusu yiyip üstüne bir iki bardak su içmek, bitkisel kaynaklı bağırsak düzenleyicileri kullanmak işe yarayabilir.

İdrar tutukluğu: Bazı şizofreni ilaçları idrar yollarında kasılma yaparak tutukluğa sebep olabilir. Bu çok yaygın olmayan bir yan etkidir. Eğer şiddetliyse ilacın dozu azaltılıp yerine başka takviyeler yapılabilir. İdrar yollarını gevşeten ilaçlar verilebilir. Orta ve hafif düzeyde seyreden idrar tutukluğu genellikle geçicidir ve sorun yaratmaz.

Kalp-damar sistemine etkiler: Bazen ilaçlar tansiyonu düşürebilir. Özellikle aniden ayağa kalkınca ortaya çıkan tansiyon düşüklükleri (=postural hipotansiyon) görülebilir. Ani tansiyon düşmesi hastanın düşmesine, yığılıp kalmasına, bayılmasına ve yaralanmasına sebep olabilir. Böyle durumlarda öncelikle hastaya yerinden aniden kalkmaması gerektiği tembihlenmeli ve bol su içmesi tavsiye edilmelidir. Buna rağmen söz konusu yan etki geçmiyor ve sık tekrarlanıyorsa ilaç değişikliği düşünülmelidir. Kimi zaman ilaçlara bağlı kalpte hızlanmalar görülebilir. Doz ayarlamaları veya kalp hızını dengeleyen ilaçlar bu sorunu çoğunlukla çözmektedir.

Şiddetli kasılmalar (=distoni): Vücuttaki dopaminin azalmasına bağlı olarak distonik reaksiyon denilen kasılmalar oluşabilir. Ensede, sırtta, belde, bileklerde, kollarda durdurulamayan şiddetli kasılmalarla beliren bu durum, görünüm itibarıyla çok dehşete düşürücü ve endişe vericidir. Aileleri çok korkutur. Ancak görüldüğü kadar korkutucu ve tehlikeli bir durum değildir. Böyle bir şey yaşandığında hemen hastanın psikiyatristi aranıp yardım istenmelidir. Psikiyatrların tedavinin başında, hasta yakınlarına olası bir distonik reaksiyon halinde ne yapmaları ve ne kullanmaları gerektiğini detaylı bir şekilde anlatmaları bu paniklemeyi büyük ölçüde engeller. Aksi takdirde hem hasta ve yakınları sıkıntıya girer, hem de hekime ve ilaçlara olan güven sarsılır. Distonik reaksiyon, tedavi uyumsuzluklarının ve ilaç korkusunun en önemli sebeplerindendir. Acil durumlarda kas içine uygulanan ilaçlarla çabucak kontrol altına alınabilen bu reaksiyonun oluşmaması için, şizofreni ilaçlarının yanına biperiden gibi distoniyi önleyici ilaçlar da eklenmelidir.

Akatizi (=yerinde duramama): Akatizi yerinde duramama, sürekli gezinme, hop oturup hop kalkma, odadan odaya geçme şeklinde görülen aşırı sıkıntı halidir. Hastanın acı çekmesine sebep olan, hatta intihara bile kapı aralayan bir durumdur. %20-25 oranında görülen bu tablonun psikiyatr tarafından çok önemsenmesi ve vakit geçirmeksizin giderilmesi büyük önem arz eder. Dopamin etkinliğini arttıran veya sıkıntı gideren ilaçlar akatiziyi düzeltir. Akatizi ihtimali her zaman göz önünde bulundurulmalı ve hasta yakınları hem bilgilendirilmeli hem de kendilerine bu tür durumlarda kullanılacak ilaçlar önceden verilmelidir.

Nöroleptik malign sendromu: Şizofreni ilacı kullananlarda çok nadir rastlanan bir durumdur. Kaslarda aşırı kasılma, istemsiz hareketlerde artma, nefes alma zorluğu ve ateş gözlenir. Acilen müdahale edilmesi gereken bir durumdur. Hasta derhal hastaneye ulaştırılmalıdır.

Tardif diskinezi: Dudak şapırdatma, çiğneme, yalanma şeklinde dil hareketleri, istemsiz kol ve bacak hareketleri ile seyreden, tavşan sendromu da denilen bir durumdur. Uzun süre eski tip şizofreni ilacı kullanan kişilerde %20-30 oranında görülür. Erkeklerde ve yaşlılarda daha sık rastlanır. Yeni kuşak ilaçlar kullanılmaya başlandıktan sonra neredeyse tarihe karışmıştır.

Sara nöbetleri: Bazı şizofreni ilaçları sara nöbetlerini tetikleyebilir. Nöbet halinde gerekli müdahale yapılmalı, ilacın dozu düşürülmeli, risk devam ederse ilaç değiştirilip nöbet önleyici ilaç ilave edilmelidir.

Cinsel isteksizlik ve cinsel fonksiyon bozuklukları: İlaçlar hormonal etkileşim sonucunda cinsel isteksizliğe yol açabilir. Kadınlarda orgazm olamama, erkeklerde ereksiyon sorunları veya geç boşalma görülebilir. Bu yan etkiler geçicidir. İlaçlar kalıcı iktidarsızlık yapmaz. Psikiyatr gerekli görürse reçeteye destekleyici ilaçlar ilave edebilir. Evli hastalar istek azalması olsa bile cinselliği yaşamaları konusunda yönlendirilmelidir.

Âdet düzensizliği ve göğüsten süt gelmesi: Kadınlarda sık sık ilaçlara bağlı âdet düzensizlikleri görülür. Bunun sebebi, ilaçların prolaktin hormonunu yükseltmesidir. Prolaktinin yükselmesi, göğüsten süt gelmesine de sebep olur. Bu yan etkiler hastada ve yakınlarında panik yaratabilir. Birçok kişi “Acaba beynimde ur mu var, yoksa rahim kanseri miyim?” diye telaşlanır. Belirtiler, çoğu kişide ilaçların azaltılması veya kesilmesiyle düzelir. Ancak ilaçların kesilmesi veya değiştirilmesi hasta için zararlı olacaksa, kişi âdet göremese de değişiklik yapmamak gerekir. Bu durumdan ötürü çok telaşlanan ailelere rahatlamaları için bir nöroloğa başvurmaları tavsiye edilebilir. Göğüsten süt gelmesi, kişiyi rahatsız etmedikçe müdahale gerektiren bir durum değildir. Ancak rahatsız ediyorsa ilacın dozu ayarlanmalıdır.

Kilo artışı: Bazı şizofreni ilaçları kilo aldırabilir. Hatta bazıları 20-30 kiloluk artışa yol açabilir. Sonuçta kilo artışı ile birlikte göbek çevresinin genişlemesi, tansiyonun ve şekerin yükselmesiyle beliren metabolik sendrom gelişebilir. Bu çok ciddiye alınması gereken bir durumdur. Kilo deyip geçilmemeli, hafife alınmamalıdır. Çünkü kilo, beslenme düzeni zaten bozuk olan şizofrenili hastalarda tıbbi rahatsızlıkların görülme riskini daha da arttırır. Hele hasta kilo almaya meyilliyse, kalp-damar ve şeker hastalıkları söz konusuysa mutlaka kiloyu etkilemeyen ilaçlar seçilmelidir. Kilonun, hastalık riskinin yanında, yaşam kalitesini düşürme ve kendine güveni azaltma gibi etkileri de vardır. O yüzden psikiyatri uzmanlarının mutlaka kilo faktörünü önemsemesi gerekir.

İlaçlara başladıktan sonraki ilk dönemlerde şekerli yiyeceklere aşırı düşkünlük söz konusu olabilir. Bu durum, ileride insülin direncine sebep olup diyabet gelişimine zemin hazırlar. Hastaların tatlı yeme krizi diye de nitelendirdikleri bu durumda, önce şekerli yiyecek tüketimini kısıtlama yoluna gidilmelidir. Buna rağmen önüne geçilemezse, tedaviye insülin direncini azaltan ilaçlar eklenebilir. Tabii bunun mutlaka bir hekim kontrolünde yapılması gerekir.

Metabolik bozukluklardan korunmak için, hastaların bu ilaçları kullandıkları süre içerisinde mutlaka altı ayda bir açlık kan şekeri, vücut kitle indeksi ve kan yağları açısından kontrol edilmeleri gerekir.

Son yıllarda kilo artışına sebep olmayan, prolaktin hormonunu etkilemeyen ilaçlar geliştirilmiştir. Riskli hasta gruplarında bu ilaçlar tercih edilmelidir. Ancak eski ilaçların tedavideki başarısı da yok sayılmamalı, gerekiyorsa yan etkiler açısından önlemler alınmak kaydıyla bu ilaçlar da kullanılmalıdır.

Günümüzde şizofreninin tedavisinde kullanılan birçok ilaç vardır. Bunların isimleri bu kitapta belirtilmemiştir. Çünkü bu kitabın amacı şizofreninin tanıtılması ve sosyal yönlerinin gündeme getirilmesidir. Hedef kitle sadece psikiyatri uzmanları, psikiyatri asistanları, psikologlar, psikiyatri hemşireleri, hekimler ve sağlık çalışanları değil hastaların bizatihi kendileri ve aileleridir. Bu yüzden ilaç isimleri verilmemiştir. Ancak hiçbir ilacın bir diğerine üstünlüğü henüz kanıtlanmış değildir. Hekimler üstünlüğü yan etki profiline göre belirlemektedir. Hastaya yan etkisi olan bir ilaç verilmek zorundaysa, mutlaka ona ve yakınlarına yan etkilere karşı alınabilecek önlemler detaylı bir şekilde anlatılmalıdır.

Şizofrenide İlaç Tedavisinin Getirdiği Mali Yük Nedir?

Şizofreni dünyadaki yetersizliğe sebep olan ilk 25 sağlık sorunundan biridir. Düşük görülme sıklığına rağmen yüksek bir sağlık yükü ile sosyal ve ekonomik yük oluşturur. Sadece hastaları değil hasta ailelerini, diğer bakım verenleri ve geniş bir topluluğu etkiler.

Hastalığın oluşturduğu ekonomik yük doğrudan ve dolaylı maliyetten oluşur. Doğrudan maliyetin içine ruh sağlığı organizasyonları, tedavi merkezleri, hastaneye yatış, doktor ve personel giderleri, hastanın bakımı için hizmet alınan bakım merkezleri, ilaçlar ve destek hizmetleri girer. Dolaylı maliyet ise kişinin çalışamamasına bağlı verimlilik ve üretkenlik kaybı, hastaya verilen devlet desteği, hastanın ve ailenin çektiği zorluklar, ailenin desteklemek için sırtlandığı ağır yük gibi parametrelerdir. Genelde direk maliyetler üzerine yoğunlaşılır ancak araştırmalar göstermiştir ki toplam mali yükün %50 ila 85’i dolaylı maliyetten oluşmaktadır.

Dünya Sağlık Örgütü Batı toplumlarında sağlık harcamalarının %1.6 ila 2.6’sının şizofreniye ait olduğunu tespit etmiştir. ABD’de şizofreninin her yıl 60 milyar dolardan daha fazla ekonomik yükü olduğu belirlenmiştir. Bu rakamın 1975 yılında 15, 1985 yılında 22,7, 1999 yılında ise 32,5 milyar dolar olduğu dikkate alındığında maliyetin gitgide arttığı görülmektedir.

Şizofreni bireysel ve toplumsal alanda da çok ciddi mali yük oluşturur. Bu konuda halkın bilinçlendirilmesi, sağlık politikaları üreten yetkililerin çok daha kapsamlı ve detaylı planlamalar yapması gerekir.


Şizofrenili hastaların özellikle ailelerinin en çok merak ettikleri konuların başında hastalarının evlenip evlenemeyeceğidir. Aileler “Acaba çocuğumuz iyileşip ileride evlenebilir mi? Yuva kurabilir mi? Çocuk sahibi olabilir mi?” gibi soruları sıkça sorar. Şizofreniyi ilgilendiren her konuda olduğu gibi evlilik konusunda da hastalığın kendisinin yanısıra psikososyal faktörler etkilidir. Şizofrenili hastaların evlenmeleri mümkün değildir düşüncesi damgalamanın etkisiyle oluşmuş bir mittir ve doğru değildir. Şizofrenili hastalar da aşk, evlilik ve çocuk konusunda isteklidirler. Başta psikiyatrlar olmak üzere aileler ve yakın çevre bunu yadsımamalı, bu konuda destekleyici ve teşvik edici olmalıdır.

Şizofrenide ortaya çıkan psikososyal beceri kaybından dolayı evlilik oranları düşüktür. Özellikle erkek şizofrenili hastalarda bu oran çok daha düşüktür. Yapılan bir araştırmada şizofrenili hastaların sadece %32.9’unun evli ya da bir partnerle yaşadığını ortaya koymuştur.

Evlililiğin şizofrenili hastalara katkısı büyüktür. Hastaların yaşam kalitesini artırır, onları hayata bağlar, intihar düşüncelerini ve teşebbüslerini önler. O yüzden şizofrenili hastalarda evlilik üzerinde özellikle çalışılması gereken bir konudur.

Şizofrenide evliliği etkileyen birçok faktör vardır. Bunların başında hastalığın başlama yaşı gelir. Erken dönemde (25 yaş öncesi) başlayan şizofrenilerde evlilik oranı anlamlı derecede düşüktür. Evlenen şizzofrenili bireylerin, iletişim isteği yüksek, diğer insanlar için bir şeyler yapmayı seven, sorumluluk sahibi ve değişimlerden daha az korkan kişiler oldukları tespit edilmiştir. Bu kişilerin eşlerinden beklentileri nispeten az olduğundan evliliği yürütmeleri daha kolaydır. Nitekim değişime hazır olmayan, eşlerinden aşırı beklenti içine giren şizofrenili hastalarının evliliği sürdürmede başarısız oldukları görülmüştür.

On yıllık bir izleme çalışmasında katılımcıların %70’inin evlendiği bildirilmiştir. Ancak erkek hastaların daha çok bekâr kaldığı, kadınların ise daha çok evliliği sonlandırdığı gözlenmiştir. Hastalığın süresi, başlama şekli, işitme varsanıları ve depresif durumlar evliliği etkileyen faktörlerdir. Süre uzadıysa, işitme varsanıları devam ediyorsa, depresyon varsa ve ekonomik durum zayıf ise evlilikten uzaklaşma ihtimali artıyor.

Hastalığın çabuk kontrol altına alınması ve hastanın mücadele konusunda yeterli bir seviyeye gelmesi evliliği olumlu yönde etkiler. Kurtarılmış bir evlilik, hastalığın gidişatına da olumlu katkılarda bulunabilir. Çünkü evlilik, aile içinde ve dışında bir disiplin ve sosyal sorumluluk alanı oluşturur. Bu sayede hastalar saç tarama, tıraş olma, yıkanma, yüz yıkama, temiz giyinme gibi özbakım ritüellerini daha çok yerine getirir; yemek, alışveriş, faturaları ödeme gibi sorumlulukları daha çok üstlenir; eş dost-akraba ziyareti, misafir ağırlama ve misafirliğe gitme, eğlenme gibi sosyal ilişkileri daha çok devam ettirirler. Bu katkılarıyla evlilik adeta bir psikososyal terapi etkisi gösterir.

Şizofrenili hastalar sorumluluk alabilecek seviyeye geldikten sonra uygun bir eşle evlenebilirler. Hastalığı bilen, hastaya alevlenmeler sırasında yardımcı olabilecek, sabırlı ve anlayışlı kişiler ‘uygun eş’ tanımlamasına girer. Ancak ailelerin mutlaka eşe destek olması gerekir. Aile, eş ve hekim işbirliği halinde olursa ileri derecede hasta bireyler bile, bu tarz bir evlilikle günlük işlerini rahatlıkla yapabilir, hatta çalışabilir hale gelebilir. Teşvik eden, destekleyen, motive eden, eğlendiren bir eş, hastanın mutlu, huzurlu ve insanca yaşamasına çok büyük katkı sağlar.

Sosyal alandan ileri derecede uzaklaşmış, işitme varsanıları ve sanrıları olan bir erkek hasta, iyi bir ilaç tedavisinin ardından önce günlük aktivitelerini yerine getirmeye, sonra sorumluluk almaya, daha sonra da çalışmaya başlamıştı. Önceleri işyerinde ancak iki saat kalabiliyor, sıkıldığında çekip gidiyordu. İş arkadaşlarının yardımı ve anlayışı sayesinde bütün gün çalışabilecek hale geldi. Artık sıkıntı gelse bile işini bırakmıyordu. Bu aşamada, aile, evliliği gündeme getirmeye başladı. Hasta, bir süre sonra evlendi. Evliliğin ilk aylarında hastanın eşiyle yoğun görüşmeler yapıldı, eş hastalık konusunda eğitildi. İlk günlerde hastanın eşi bir hayli zorlanmış, özellikle cinsellik ve paylaşım konularında sorun yaşamıştı. Ancak çift, hekim ve aile desteği sayesinde zamanla bunları aştı ve birbirine uyum sağlayabildi. Evlilik, hastanın sosyal paylaşımını arttırdı, kendine güven eksikliğinden kaynaklanan cinsel çekingenliğini ortadan kaldırdı. Hasta bir çocuk sahibi oldu. Şu an mutlu bir şekilde hayatını sürdürebiliyor.

İyi bir tedavi, ailevi ve sosyal destek, sabır ve şefkatle şizofrenili bir bireyin yuva kurmasının önünde hiçbir engel kalmaz.

Evlenmek İsteyen Bir Hastaya Yaklaşım Nasıl Olmalıdır?

Şizofrenili hastalarda evliliğin ancak hastalığın kontrol altına alınır, tedavi rayına oturur, hasta günlük bakımını yapabilir, sosyal açıdan iletişime geçebilir, sorumluluk alabilir durumda ise gündeme gelebilir. Aksi takdirde, hem hasta hem de evlendiği kişi hoş olmayan olaylar, moral bozuklukları ve ayrılıklar yaşayabilir. Hastalar evliliği gündeme getirdiklerinde, bahsedilen şartların yanısıra kararın bilinçli ve sağlıklı olup olmadığı mutlaka değerlendirilmelidir. Çünkü evlenme isteği bazen hastalığın bir yansıması olabilir. Bazı hastalar damgalamadan kurtulmak, normal olduklarını kanıtlamak veya yaşadıkları özgüven eksikliğini telafi etmek için evlenmek isteyebilirler. Yani evlilik isteği, bir normal görünme çabasının ürünü olabilir. O yüzden bu tür taleplerle karşılaşıldığında gerçekçi olup olmadığının değerlendirilmesi hekime bırakılmalıdır.

Ailelerin şizofrenili hastaların evlilik isteklerine tepkileri değişebilmekle birlikte bazıları şaşkınlıkla bazıları kızgınlıkla bazıları da sevinçle karşılar. Damgalamanın etkisinde kalmış olanlar şaşırırlar hatta kızarlar. Çünkü onlara göre şizofrenili bir bireyin evlenmesi neredeyse mümkün değildir. O yüzden bu tür aileler “Sen hastasın, nasıl evleneceksin, daha kendine bakamıyorsun, eşine mi bakacaksın, otur oturduğun yerde.” gibi kırıcı davranışlar sergileyebilir. Bazıları hiç cevap vermez, kişinin isteğini kale almaz, umursamaz ve duymazdan gelir. Hâlbuki şizofrenili birinin evliliği isteyecek hale gelmesi büyük bir aşamadır. O yüzden sakin, serinkanlı ve durumu anlamaya çalışır bir tutum en sağlıklı olanıdır. “Tabi ki herkes gibi senin de yuva kurma hakkın var. Bunu biz de çok istiyoruz. Seni bu konuda destekliyoruz. Bunu doktorumuzla konuşalım ona göre planlama yapalım.” şeklindeki bir empatik ve rahatlatıcı konuşma çok yerinde olacaktır. Hasta buna rağmen ısrarını sürdürürse yine reddedici değil destekleyici davranıp hemen doktora danışmak gerekir.

Şizofrenili Hastanın, Eşine Zarar Verme Riski Var mıdır?

Bu, özellikle paranoid şizofreni vakalarında söz konusu olabiliyor. Bazı hastalar alevlenme dönemlerinde eşlerinin kendilerini aldattığı, kendilerine kötülük yapacağı veya öldüreceği şeklinde sanrılara sahip olabilirler. Evlilik öncesi bilgilendirilmiş aileler ve eşler bu tür durumlarda gerekeni yapar. Yani hastayı bir an önce doktoruna götürür. Şizofrenili hasta her durumda eşine zarar verir düşüncesi doğru değildir. Şizofreni tedavi sonrasında bu düşünceler çoğunlukla geriler. Ancak alevlenme dönemlerinde dikkatli ve tedbirli olmak gerekir.

Şizofrenili Kadınların Evlilikte Yaşadıkları Sorunlar Nelerdir?

Araştırmalara göre şizofrenili kadınlar erkeklere nazaran daha yüksek bir evlenme oranına sahiptir. Ancak şizofrenili kadınların evliliği sonlandırma oranları da yüksektir. Bunda, sorumluluğun çoğu zaman kadınların üzerinde kalması, beklentilerin artması, desteğin yetersiz kalışı ve hastalığa bağlı eksiklikler etkili olur. Beklentilerin nispeten az, dayanışmanın çok olduğu kırsal kesimlerdeki şizofrenili hastalar evlilik hayatında daha az zorlanır. Şehir hayatında ise aksine daha çok zorlanırlar. Kültürel unsurların olumsuz ve gelişmişlik seviyesinin düşük olduğu toplumlarda bu zorluğun şiddeti daha da artar. Örneğin Hindistan’da yapılan bir araştırmada, şizofrenili kadınlara eşlerinin destek olmadığı, çocuk bakımının kadınlara kaldığı, kadınların sahipsizlikten dolayı güvenlik problemi yaşadığı tespit edilmiştir. Bu durumlarda şizofrenili kadınlar yaşadıkları stresin etkisiyle ve çoğu zaman da alevlenme sürecine girerek evliliğin yükünü kaldıramaz ve evliliği sürdüremezler.

Sosyal desteğin iyi organize edildiği, yardımlaşma ve sorumluluk duygularının güçlü olduğu gelişmiş toplumlarda bu tür sorunlar çok daha az yaşanır. Ailelerin beklentiler ve sorumluluk paylaşımı noktasında bilinçlendirilmesi evliliğe uyumu artırmaktadır. İlk etapta, önemli olan sorumluluk yüklemekten ziyade hastaların evlilik korkularını gidermek, sosyal performanslarını ve uyumlarını artırmaktır. Sorumluluklara geçiş kademeli bir şekilde olmalıdır.

Ancak şu da bir gerçek ki şizofrenili kadınlar bunca yüke ve olumsuz şartlara rağmen yalnız yaşamayı, hayattan zevk almayı, iletişime geçmeyi ve faydalı işler yapmayı erkeklerden daha çok başarırlar.

Şizofrenili Hastaların Evlilikte Paylaşımları Nasıldır?

Şizofrenili hastalar başlangıçta evlilikteki paylaşımlara direnç gösterebilir. Örneğin cinsellikten, sohbet etmekten, birlikte gezmekten, el ele tutuşmaktan kaçınırlar. Kişisel ve toplumsal damgalama ve şizofreninin oluşturduğu özgüven kaybı evliliğe uzak durmanın sebepleridir. Türkiye’de ve dünyada, hekimlerin bir kısmı da buna dâhil olmak üzere, şizofrenili hastaların evlenemeyeceğine dair yaygın bir kanaat vardır. Bu nedenle hastaların kendileri de evlenebileceklerine inanmaz, hatta kendilerini evliliğe layık görmez. Bununla birlikte, kendileri için evliliğin mümkün olup olmadığını sıkça sorarlar. Hatta bazen “Seni evlendirelim mi, evlenmek ister misin?” gibi sorular karşısında, yüzlerinde mahcubiyetle karışık bir tebessüm belirir. Bu tebessüm evliliği arzu ettiklerine dair bir ifadedir. Evlilik her ne kadar kaçınır davransalar da şizofrenili hastaların ve hasta yakınlarının hayalidir.

Evlilikten Sonra Gelişen Şizofrende Süreç Nasıl İşler?

Evlilik her ne kadar güzel bir yaşantı olsa da bir stres yükünü de beraberinde getirir. Bu yükün etkisiyle bazı kişilerde şizofreni evlilik sonrasında tetiklenebilir. Sosyal destek ağının zayıf olduğu ailelerde ve toplumlarda bu durum çoğu zaman boşanmayla sonuçlanır. Türkiye’de kadın hastalandığında erkek çoğunlukla terk eder, ama erkek hastalandığında kadın genellikle evliliği sürdürür.

Bazı eşler ve aileleri evlenmeden önce şizofreninin var olduğunu, ancak bunun kendilerinden saklandığını, kandırıldıklarını iddia eder. Hasta ve ailesine öfkeli ve suçlayıcı davranırlar. Bu durumda çoğu aile kızını veya oğlunu alıp hastayı kaderiyle baş başa bırakır. Hâlbuki şizofreni, evlilik sonrasında da gelişebilir. Eğer evlilik sonrası gelişmişse etik ve ahlakî değerler hastanın kabulünü, önyargılı, şüpheci ve anlayışsız olmamayı gerektirir. Şizofrenili hastalar başlangıç dönemlerinde destek ve anlayış gördüklerinde kısa sürede toparlanabilirler. “Hastalıkta ve sağlıkta birlikte olma” düsturunu benimseyen, “ne olursa olsun eşimin yanındayım” diyebilen eşler şizofrenili bireylerin en büyük destekçisi olurlar. Sevgi, şefkat, özveri ve inanç, her şeyin olduğu gibi şizofreninin de üstesinden gelir.

Şizofrenide Evlilik Öncesinde Hastalık Gizleniyor mu?

Hastalar evlilik öncesinde şizofreniyi gizleme kaygısına pek düşmezler. Ancak bazı aileler hastalığı, saklanması gereken bir eksiklik, zayıflık ve aile itibarını düşüren bir ayıp olarak görürler. Bu sebepten durumu gizlerler. Kimi aileler de çocuklarını evlendirerek sağlıklı olduğu mesajını vermeye çalışırlar. Evliliği bir anlamda paravan olarak kullanırlar. Bu tarz tutumlar etik olmadığı gibi şizofrenili hastanın daha da kötüleşmesine sebep olurlar. Karşı tarafın durumu fark ettiğinde vereceği tepkiler ve sonrasında yaşanan boşanma hastayı daha da örseler. Açık, şeffaf, kendinden emin ve dürüst olmak her zaman kazandırır.

Annesi ya da Babası Şizofrenili Olan Birinin Evliliği Bundan Nasıl Etkilenir?

İnsanlar şizofrenili hastalardan ve şizofreniden çok korkarlar. Annesi ya da babası şizofrenili olan bir kişi evleneceği zaman, müstakbel eşinin ona en başta soracağı soru “Acaba bizim çocuklarımız da hastalanır mı?” sorusudur. En çok bu yaşanır. Ancak tek yumurta ikizlerinde bile eş hastalanma oranı %35-47’dir. Yani genetik yatkınlık, kişinin %100 hastalanacağı anlamına gelmez. Sadece diğer insanlara göre daha yüksek bir risk olduğunu gösterir. Bu durum evliliğe engel olarak görülmemelidir.

Ebeveyni şizofrenili olan kişilerin eşleri, bazen bunu bir çatışma malzemesi olarak kullanabilir. Herhangi bir tartışmada “Zaten sizin aileniz sorunlu, sen de onlardan birisin” gibi rencide edici sözler söyleyebilir ya da söylemeseler bile davranışlarıyla bunu ima edebilirler. Bazen de en ufak bir fevri harekette “Acaba eşim de mi hasta?” kuruntusuna kapılabilirler. Şizofreni bir biyolojik bozukluktur. Bunu bir üste çıkma malzemesi olarak kullanmak ilişkiyi derinden yaralar. Böyle bir durumda bir iletişim uzmanından yardım alınması gerekir.

Şizofrenili ebeveyn bazen evliliğin yükünü artırabilir. Hasta sahibi destek görememekten eşi de rahat iletişime girebileceği bir muhatap bulamamaktan yakınır. Hasta ebeveynle aynı evde yaşamak durumunda olanlar, özellikle alevlenme dönemlerinde ortaya çıkan gerilimden çok etkilenir. Çocukları olan ailelerde bu gerilim daha da şiddetli yaşanır. Bütün bunların üzerine bir de bakımın verdiği zorluklar eklenince, eşlerde tükenmişlik meydana gelir. Şizofrenili kişilere destek verilirken bakım verenlerin de yaşam kaliteleri düşünülmelidir. Sosyal destek yetersiz olduğu durumlarda eşler bu konuyu evlilik öncesinde detaylıca konuşmalı ve bu süreçte bir uzmandan yardım almalıdır.

Şizofreni Hastaları Eşleri ile neler yaşarlar?

Evli olup hastaneden çıktıktan sonra eşiyle yaşamaya devam edebilen hastalar, aileleriyle kalan bekâr hastalara göre çok daha hızlı toparlanır. İlgili eşler genel olarak şizofrenili eşlerini bağımlı biri gibi görmek istemezler. Onların pasif hallerini kabullenmez ve aktif olmaları için cesaretlendirirler. Ebeveynler ise genel itibarıyla her konuda kendilerine ihtiyaçları varmış gibi düşünür ve hastaları pasifize ederler. Eşler çoğunlukla şizofrenili eşlerine arkadaş gibi davranırlar. Ancak inkar edip zorlamayla hastalığı kabullenip teşvik etme arasındaki sınırı iyi belirlemek gerekir. Aksi takdirde, cesaretlendiriyorum derken hasta daha çok acı çekebilir, özgüvenini kaybedebilir ve daha da geri çekilebilir. Bir insanın eşinin şizofreniye yakalanması çok acı verici bir durumdur. Bu acı bazen eşleri aceleciliğe ve eşini bir an önce eski haliyle görme hırsına sevk eder. Ancak bilinmelidir ki bu uzun bir süreç alabilir ya da hasta tamamen eski haline dönemeyebilir. O yüzden psikiyatriste danışarak gitmekte yarar vardır.

Genç eşlerin sıklıkla dile getirdiği konulardan biri de, şizofrenili hastaların cinsel sorunlarıdır. Şizofrenide görülen anhedoni ve apati cinselliğe de etki eder. Hastalar hiçbirşeyden zevk almadıkları gibi cinsellikten de zevk almazlar. Ayrıca ilaçlar da cinsel isteksizliğe ve geç boşalma gibi cinsel sorunlara sebep olabilir. Yine hastalık döneminde yaşanan korkular, kaygılar, şüpheler, ses duymalar cinsel ilgiyi azaltabilir. Eşler iyileşmeyle birlikte ilaç dozunun azalacağı, durumun geçici olduğu, zamanla cinsel performansın artacağı yönünde bilgilendirilmelidir. Bir yandan eşlerin tolerans ve hoşgörüleri güçlendirilmeli öte yandan hastanın bu durumu kabullenmesine engel olunmalıdır. El ele tutuşma, sarılıp uyuma, beraber film izleme, başbaşa yemek yeme, romantik paylaşımlar da önemli cinsel yaşantılardır ve problemin şiddetini düşürebilir, süresini kısaltabilirler. Bu noktada cinsel terapiler ile eş terapileri çok işlevsel olabilir. Hatta şizofreni sonrasında mutlaka böyle bir terapötik yardım ile eşler bu sorunlarla başaçıkmayı öğrenebilir.

Şizofrenide Kontrolsüz Cinsel Davranışlar Nelerdir?

Bazı şizofrenili hastalarda kontrolsüz cinsel davranışlar gözlenebilir. Hasta uluorta mastürbasyon yapabilir, kadınları taciz edebilir, müstehcen konuşmalar yapabilir, pervasız cinsel davranışlar sergileyebilir. Eşler bunların şizofreniden kaynaklandığını bilmelidir. Nitekim bu davranışlar tedavi ile düzelebilmektedir.

Özetle evlilik ya da bir eşle yaşayabilmek şizofrenili hastaların yaşam kalitesini ve işlevselliğini yükseltir. Evlilik onlar için hem bir sosyal şifa kaynağı hem de bir ödüldür. İyi bir destek ve teşvikle onların bu ödülden istifade edebilmeleri mümkündür.

kAYNAKVE AYRINTILI BİLGİ İÇİN..www.adnancoban.com.tr



Yayınlanma: 02.08.2024 11:48

Son Güncelleme: 16.08.2024 17:29

Psikolog

Hidayet

ÇALIŞKAN

Psikolog

(*)(*)(*)(*)(*)

Uzmanlıklar:

İlişki / Evlilik Problemleri , Çocuk ve Ergenlik Dönemi Ruhsal Sorunları , Depresyon ve Mutsuzluk
Online TerapiOnline Ter...
süre 45 dk
ücret 1799
Yüz Yüze TerapiY. Yüze Ter..
Hizmet vermiyor
Bunları da sevebilirsiniz...

Yetişkinlikte Anne-Baba İlişkilerinin İyileştirilmesi: Psikoterapi Perspektifinden?

Yetişkinlikte Anne-Baba İlişkilerinin İyileştirilmesi: Psikoterapi Perspektifinden Stratejiler ve Sorular*Özet* Yetişkinlikte anne-baba ilişkilerindeki sorunlar, bireyin duygusal sağlığı, öz-değeri ve sosyal ilişkileri üzerinde önemli etkiler yaratabilir. 30 yaşında bir bireyin anne-babasıyla kötüleşen ilişkilerini iyileştirmek için psikoterapi, yapılandırılmış ve etkili bir yöntem sunar. Bu makale, psikolog ve psikoterapistlerin kullandığı yaklaşımları inceleyerek, duygusal farkındalık, sağlıklı sınırlar ve etkili iletişim yoluyla ilişkisel onarımı ele almaktadır. Ayrıca, psikoterapi sürecinde kullanılabilecek 20 soru önerisi sunulmakta ve bu soruların anne-baba ilişkilerini anlamada ve iyileştirmede nasıl katkı sağladığı bilimsel bir çerçevede tartışılmaktadır. Makale, bağlanma teorisi ve sistemik aile terapisi gibi teorik temellere dayanarak, bireyin aile dinamiklerini anlamasına ve ilişkilerini geliştirmesine yönelik pratik öneriler sunar.*Giriş* Yetişkinlikte anne-baba ilişkileri, çocukluk deneyimlerinden, aile dinamiklerinden ve kültürel faktörlerden derinden etkilenir. Psikologlar, bu ilişkilerin bireyin mental sağlığı üzerindeki etkisini anlamak için bağlanma teorisi (Bowlby, 1988) ve sistemik aile terapisi (Minuchin, 1974) gibi yaklaşımlardan yararlanır. 30 yaşında bir bireyin anne-babasıyla ilişkilerinin “kötü” olduğunu ifade etmesi, geçmiş kırgınlıklar, iletişim kopuklukları, sınır ihlalleri veya duygusal mesafe gibi sorunlara işaret edebilir. Psikoterapi, bu dinamikleri anlamak ve onarmak için güvenli bir alan sağlar. Psikologlar, bireyin duygularını ifade etmesine, geçmiş deneyimlerini anlamlandırmasına ve yapıcı adımlar atmasına yardımcı olmak için açık uçlu, empatik sorular kullanır. Bu makale, psikoterapi temelli stratejileri ve anne-baba ilişkilerini anlamak için kullanılabilecek 20 soruyu bilimsel bir bağlamda sunarak, ilişkisel iyileşme sürecini ele almaktadır.*Yöntem: Psikoterapi ile Anne-Baba İlişkilerini İyileştirme* Psikoterapi, bireyin duygusal farkındalığını artırarak, aile dinamiklerini anlamasını ve ilişkisel sorunlara müdahale etmesini sağlar. Psikologlar, anne-baba ilişkilerindeki sorunları anlamak için açık uçlu, yargılamayan ve empatik sorular kullanır. Bu sorular, bireyin duygularını, beklentilerini ve geçmiş deneyimlerini keşfetmesine olanak tanır. Psikoterapi sürecinde, bireyin kendi sorumluluğunu tanıması, sağlıklı sınırlar koyması ve etkili iletişim becerileri geliştirmesi hedeflenir. Aşağıda, anne-baba ilişkilerini anlamak ve iyileştirmek için psikoterapi sürecinde kullanılabilecek 20 soru listelenmektedir.### Psikoterapi Sürecinde Kullanılabilecek 20 Soru#### 1. İlişki Dinamiklerini Anlama1. Anne-babanızla ilişkinizi “kötü” yapan şeyler nelerdir? Hangi durumlar veya olaylar bu hissi yaratıyor? Amaç: Sorunların spesifik kaynaklarını belirlemek ve duygusal tetikleyicileri anlamak.2. Anne-babanızla iletişim kurarken kendinizi nasıl hissediyorsunuz? (Örneğin, gergin, anlaşılmamış, suçlu) Amaç: Duygusal farkındalığı artırmak ve bireyin içsel deneyimini anlamak.3. Geçmişte anne-babanızla yakın hissettiğiniz bir anı hatırlıyor musunuz? O anı özel kılan neydi? Amaç: Pozitif anıları hatırlatarak iyileşme için bir temel oluşturmak.4. Anne-babanızla yaşadığınız en büyük çatışma veya kırgınlık nedir? Bu sizi nasıl etkiledi? Amaç: Geçmiş travmalar veya kırılganlıkları belirlemek.5. Anne-babanızın sizi nasıl gördüğünü düşünüyorsunuz? Bu, kendi kendinizi görüşünüzle uyumlu mu? Amaç: Algılanan ebeveyn yargılarını ve öz-değeri değerlendirmek.#### 2. Duygular ve Beklentiler6. Anne-babanıza karşı hangi duyguları sık sık hissediyorsunuz? (Örneğin, öfke, üzüntü, hayal kırıklığı) Amaç: Duygusal repertuarı anlamak ve duygusal düzenlemeyi desteklemek.7. Anne-babanızdan ne tür bir destek veya anlayış bekliyorsunuz? Bu beklentiler karşılanıyor mu? Amaç: Gerçekçi olmayan beklentileri tanımlamak ve yeniden yapılandırmak.8. Anne-babanıza söylemek istediğiniz ama şimdiye kadar söyleyemediğiniz bir şey var mı? Amaç: Bastırılmış duyguları ifade etmeye teşvik etmek.9. Anne-babanızla ilişkinizde hangi konular konuşulduğunda kendinizi rahatsız hissediyorsunuz? Amaç: Sınır ihlallerini veya hassas konuları belirlemek.10. Anne-babanızla aranızdaki mesafeyi kapatmak için hangi konuları konuşmak faydalı olabilir? Amaç: İletişim köprüleri kurmak için fırsatları keşfetmek.#### 3. Geçmiş ve Kökenler11. Çocukluğunuzda anne-babanızla ilişkiniz nasıldı? Şimdiki durumla benzerlikler veya farklılıklar neler? Amaç: Bağlanma dinamiklerini ve geçmişin etkisini anlamak.12. Anne-babanızın kendi ailelerinden aldıkları yetiştirilme tarzı, sizinle ilişkilerini nasıl etkiledi? Amaç: Aile sistemindeki transgenerasyonel etkileri değerlendirmek.13. Geçmişte anne-babanızla yaşadığınız ve sizi derinden etkileyen bir olay var mı? Amaç: Travmatik veya biçimlendirici deneyimleri ortaya çıkarmak.14. Anne-babanızın birbirleriyle olan ilişkisi, sizin onlarla ilişkinizi nasıl şekillendirdi? Amaç: Sistemik aile dinamiklerini anlamak.15. Anne-babanızla ilişkinizde hangi kalıpların tekrar ettiğini fark ediyorsunuz? Amaç: Tekrarlayan davranışsal döngüleri belirlemek.#### 4. Değişim ve Çözüm16. Anne-babanızla ilişkinizi iyileştirmek için küçük bir adım olarak ne yapabilirsiniz? Amaç: Uygulanabilir hedefler belirlemek.17. Anne-babanızla daha sağlıklı bir iletişim kurmak için neye ihtiyacınız var? Amaç: İletişim becerilerini geliştirmek için ihtiyaçları tanımlamak.18. Anne-babanızın hangi davranışlarını değiştirmesini isterdiniz? Peki, siz kendi davranışlarınızda neyi değiştirebilirsiniz? Amaç: Karşılıklı sorumluluğu teşvik etmek.19. İlişkinizi düzeltmek için profesyonel bir destek (örneğin, aile terapisi) almayı düşünür müydünüz? Amaç: Psikoterapiye olan açıklığı değerlendirmek.20. Anne-babanızla ilişkinizin ideal olarak nasıl olmasını hayal ediyorsunuz? Amaç: Gelecek vizyonunu netleştirerek motivasyonu artırmak.*Tartışma: Psikoterapi ile İyileşme Süreci* Psikologlar, anne-baba ilişkilerindeki sorunları ele alırken bağlanma teorisi (Bowlby, 1988) ve sistemik aile terapisi (Minuchin, 1974) gibi çerçevelerden yararlanır. Psikoterapi, bireyin çocuklukta ebeveynleriyle kurduğu bağın yetişkinlikteki ilişkilerini nasıl etkilediğini anlamasına olanak tanır. Örneğin, kaygılı veya kaçıngan bağlanma stilleri, yetişkinlikte ebeveynlerle çatışmalara yol açabilir. Psikoterapistler, yukarıdaki sorularla bireyin öz-farkındalığını artırır ve duygusal yaraları onarmasına yardımcı olur. Ayrıca, Gottman ve Silver (1999) tarafından önerilen etkili iletişim teknikleri, “Ben” dili kullanımı gibi stratejilerle, ebeveynlerle iletişimi yumuşatabilir. Psikologlar, bireyin toksik dinamikleri (örneğin, aşırı eleştiri, sınır ihlalleri) tanımlamasına ve sağlıklı sınırlar koymasına rehberlik eder.*Öneriler: Pratik Adımlar* Psikolog ve psikoterapist olarak, 30 yaşında bir bireyin anne-babasıyla ilişkisini iyileştirmek için şu adımları önerebilirim: 1. *Duygusal Farkındalık*: Psikoterapi, bireyin öfke, suçluluk veya hayal kırıklığı gibi duygularını anlamasını sağlar. Günlük tutma veya rehberli meditasyon, bu farkındalığı artırabilir. 2. *Sağlıklı Sınırlar*: Psikologlar, bireyin hassas konuları konuşmaktan kaçınmak için net sınırlar koymasına yardımcı olur. 3. *İletişim Becerileri*: Psikoterapi, “Ben” dili gibi teknikleri öğreterek çatışmaları azaltır. Örneğin, “Beni dinlemediğini hissettiğimde üzülüyorum” gibi ifadeler etkilidir. 4. *Empati Geliştirme*: Psikoterapistler, anne-babanın bakış açısını anlamayı teşvik ederek empatiyi artırır. 5. *Profesyonel Destek*: Aile terapisi, anne-babanın da istekli olması durumunda, ilişkileri onarmada etkili bir yöntemdir. *Sonuç* Psikoterapi, yetişkinlikte anne-baba ilişkilerini iyileştirmek için güçlü bir araçtır. Psikologlar, bireyin duygusal yaralarını anlamasına, sağlıklı sınırlar koymasına ve etkili iletişim kurmasına yardımcı olur. Bu makalede sunulan 20 soru, psikoterapi sürecinde öz-farkındalığı artırarak ve aile dinamiklerini anlamlandırarak ilişkisel onarımı destekler. Gelecek çalışmalar, bu soruların farklı kültürel bağlamlarda nasıl uyarlanabileceğini inceleyebilir.*Kaynaklar* - Bowlby, J. (1988). A Secure Base: Parent-Child Attachment and Healthy Human Development. Basic Books. - Gottman, J. M., & Silver, N. (1999). The Seven Principles for Making Marriage Work. Harmony Books. - Minuchin, S. (1974). Families and Family Therapy. Harvard University Press.

Akran Zorbalığını Önlemek

Akran Zorbalığı: Sessiz Çığlıkların Hikayesi ve Çözüm YollarıAkran zorbalığı, günümüzde ne yazık ki birçok çocuğun ve gencin karşı karşıya kaldığı, fiziksel, sözel ya da psikolojik şiddet içeren bir davranış biçimidir. Genellikle okul çağında ortaya çıkan bu sorun, sadece mağdur olan bireyleri değil, tüm okul ve sosyal çevreyi etkileyen ciddi bir problemdir. Akran zorbalığını anlamak, yaygın görüldüğü yerleri belirlemek ve etkin şekilde önlemek, toplum olarak hepimize düşen önemli bir sorumluluktur.Akran Zorbalığı Nedir?Akran zorbalığı, bir bireyin yaşıtları tarafından sürekli olarak fiziksel, sözel, duygusal ya da siber yollarla tacize uğraması durumudur. Bu zorbalık türü; itme, vurma gibi fiziksel davranışları içerebildiği gibi, alay etme, lakap takma, dışlama ya da sosyal medyada küçük düşürme gibi psikolojik boyutlara da sahiptir. Özellikle tekrarlayan bir biçimde yaşanması ve mağdurun kendisini savunamayacak durumda olması, bu davranışları "zorbalık" olarak tanımlar.Akran Zorbalığı Nerelerde Görülür?Akran zorbalığı en sık olarak okul ortamlarında görülür. İlkokuldan lise yıllarına kadar öğrencilerin bir arada vakit geçirdiği sınıflar, koridorlar, tuvaletler, okul bahçeleri gibi alanlar, zorbalığın yaşandığı başlıca mekanlardır. Ancak bu durum yalnızca fiziksel mekânlarla sınırlı değildir. Günümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte siber zorbalık da yaygın hale gelmiştir. Sosyal medya platformlarında, mesajlaşma uygulamalarında veya oyun platformlarında da zorbalık kolaylıkla gerçekleşebilmektedir.Ev ortamında ya da okul dışındaki sosyal alanlarda (örneğin spor kulüpleri, yaz kampları) da akran zorbalığı görülebilir. Bazı durumlarda öğretmenlerin, eğitmenlerin ya da diğer yetişkinlerin gözü önünde bile gerçekleşebilir, fakat çoğunlukla bu davranışlar gizli olarak yapılır ve fark edilmesi güç olabilir.Zorbalığın Birey Üzerindeki EtkileriAkran zorbalığına maruz kalan bireylerde ciddi psikolojik sorunlar ortaya çıkabilir. Kaygı, depresyon, özgüven kaybı, akademik başarıda düşüş, sosyal izolasyon, hatta intihar düşünceleri gibi ağır sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle zorbalığın sadece “çocukça bir şaka” ya da “büyüyünce geçer” şeklinde hafife alınmaması gerekir. Zorbalık, erken yaşta önlem alınmazsa, bireyin tüm hayatını etkileyen bir travmaya dönüşebilir.Akran Zorbalığını Önlemek İçin Neler Yapılabilir?1. Farkındalık Eğitimleri:Okullarda öğrencilere, öğretmenlere ve velilere yönelik akran zorbalığı hakkında bilgilendirici seminerler düzenlenmelidir. Öğrenciler, zorbalığın ne olduğu, etkileri ve nasıl müdahale edileceği konusunda eğitilmelidir. Farkındalık yaratmak, ilk adımdır.2. Açık İletişim Ortamı:Öğrencilerin kendilerini ifade edebilecekleri güvenli bir iletişim ortamı oluşturulmalıdır. Rehber öğretmenler ve okul psikologları, öğrencilerin yaşadıkları problemleri çekinmeden anlatabilecekleri kişiler haline gelmelidir. Aynı zamanda öğrencilere “yardım istemenin bir zayıflık değil, cesaret” olduğu öğretilmelidir.3. Zorbalık Karşıtı Politikalar:Okullarda zorbalıkla ilgili net kurallar ve yaptırımlar içeren bir politika oluşturulmalıdır. Bu kurallar hem öğrencilere hem velilere açık bir şekilde aktarılmalı ve herkes tarafından benimsenmelidir. Bu politikalar, yalnızca ceza vermeye değil, zorbalığı önlemeye ve zorba öğrencilerin de eğitilmesine yönelik olmalıdır.4. Empati ve Sosyal Beceri Eğitimi:Öğrencilerin empati kurma yeteneklerini geliştirecek drama, hikâye anlatımı ve takım oyunları gibi aktivitelerle sosyal becerileri desteklenmelidir. Empati kurabilen bireyler, başkasına zarar vermekten kaçınır. Ayrıca iletişim becerileri güçlü olan öğrenciler, zorbalık karşısında daha bilinçli tepkiler verebilirler.5. Ailelerin Rolü:Aileler, çocuklarının davranışlarını gözlemlemeli ve herhangi bir davranış değişikliği fark ettiklerinde bunu dikkate almalıdır. Çocukların evde kendilerini güvende ve anlaşılmış hissetmeleri, dışarıda yaşadıkları sorunları daha kolay paylaşmalarını sağlar. Ailelerin çocuklarıyla düzenli ve kaliteli vakit geçirmeleri, duygusal bağları güçlendirir.6. Siber Zorbalığa Karşı Önlem:Aileler ve öğretmenler, çocukların internet kullanımını denetlemeli, sosyal medyada maruz kalabilecekleri riskler hakkında onları bilinçlendirmelidir. Ayrıca dijital platformlarda karşılaşılan zorbalıkların nasıl rapor edileceği öğretilmelidir. Çocuklara dijital vatandaşlık eğitimi verilerek, interneti güvenli kullanmaları sağlanabilir.7. Pozitif Davranışları Teşvik Etmek:Zorbalıkla mücadele sadece kötü davranışları engellemekle kalmamalı, aynı zamanda olumlu sosyal davranışları da desteklemelidir. Yardımseverlik, iş birliği, destekleyici arkadaşlık gibi davranışlar ödüllendirilmeli; olumlu modeller sınıf içinde görünür kılınmalıdır. Bu, öğrenciler arasında sağlıklı ilişkilerin gelişmesini destekler.8.Öğretmenlerin Rolü Neden Önemlidir?Akran zorbalığını önlemede öğretmenlerin rolü kritik öneme sahiptir. Öğretmenler, öğrenciler arasındaki ilişkileri en yakından gözlemleyen ve ilk müdahaleyi yapabilecek kişiler olarak sürecin merkezindedir. Sınıf içinde güvenli bir ortam oluşturmak, öğrenciler arasında saygıya dayalı ilişkilerin gelişmesini sağlamak öğretmenlerin aktif çabalarıyla mümkün olabilir. Aynı zamanda zorbalık olaylarına karşı “sıfır tolerans” politikası uygulamaları ve tüm öğrencileri kapsayan olumlu davranış modelleri geliştirmeleri gerekir. Zorbalıkla ilgili olaylarda tarafsız ve duyarlı bir yaklaşım sergileyen öğretmenler, hem mağdurların hem tanık olan öğrencilerin sesini duyurmasında köprü görevi görebilir. Öğretmenlerin düzenli hizmet içi eğitimlerle desteklenmesi, onları bu alanda daha donanımlı hale getirir. Böylece eğitim ortamları yalnızca akademik değil, aynı zamanda duygusal açıdan da güvenli alanlara dönüşebilirAyrıca okul yönetimlerinin zorbalıkla ilgili olayları örtbas etmeden, şeffaflıkla ele alması önemlidir. Bu, hem öğrencilerin hem velilerin güvenini artırır. Okullarda öğrenci katılımını destekleyen zorbalık karşıtı öğrenci kulüpleri veya gönüllü destek grupları oluşturulması da sürece olumlu katkı sağlar. Öğrencilerin okul ortamında kendilerini daha güvende ve bağlı hissetmelerini vurgular.SonuçAkran zorbalığı, sadece mağduru değil, tanık olan bireyleri ve tüm okul iklimini olumsuz etkileyen ciddi bir sorundur. Bu nedenle bireysel değil, toplumsal bir mesele olarak ele alınmalı ve çözüm için iş birliği yapılmalıdır. Okullar, aileler ve toplum olarak farkındalıkla ve bilinçle hareket ettiğimizde, daha sağlıklı ve güvenli bir nesil yetiştirmek mümkündür. Unutmayalım: Sessiz kalmak, zorbalığı onaylamaktır. Hep birlikte ses olalım, çocuklarımızın yanında duralım ve onları dinleyelim. Çünkü bir çocuğun yalnız olmadığını bilmesi, bir ömrü kurtarabilir.

Barış AYTAÇ 28.05.2025

Dijital Dünya ve Etkileri

Bilgisayarlar, akıllı telefonlar ve tabletler artık hayatımızın bir parçası olarak sürekli elimizin altında. İletişim kurmaktan eğlenmeye, çalışmaktan öğrenmeye kadar birçok alanda kullandığımız bu teknolojik cihazlar, bize fayda sağladığı kadar zarar da vermektedir. Sağladığı avantajlar çok büyük önem taşırken, bizler için yarattığı risk de görmezden gelinmemelidir. Çağımızın yeni ve giderek ciddileşen problemi: ekran ve teknoloji bağımlılığı.Ekran Bağımlılığı Nedir?Ekran bağımlılığı, dijital cihazların aşırı ve kontrolsüz kullanımı olarak tanımlanır. Telefona bakmadan birkaç saat geçirmek zor ve huzursuz ediciyse, sürekli sosyal medya bildirimleri kontrol ediliyorsa veya ekran süresi gerçek hayattaki sorumlulukların önüne geçiyorsa; bu durum bir alışkanlıktan çıkarak bağımlılık halini almış olabilir. Özellikle çocuk ve gençlerde görülen "internet oyun bozukluğu" , dijital bağımlılığın bilimsel olarak tanımlanmış bir versiyonudur.Teknoloji Hayatımızı Nasıl Ele Geçiriyor?Elimizin altında kolay ulaşılabilir olan teknoloji, birçok açıdan dikkatimizi çeker vaziyette. Uygulamalardan gelen bildirimler, yapılan araştırmalarda beynin dopamin salgılamasını tetiklemektedir. Bu da kişilerin sıklıkla telefonlarını kontrol etmelerini istemesine yol açmaktadır. Sosyal medyada sunulan sonsuz içerik akışı, dikkat tuzağı olarak kullanıcıyı ekrana kilitlemeyi amaçlar. Bunlara ek olarak uygulamalarda kazanılan rozet ve puan gibi ödüller, kullanıcıların uygulamalarda daha fazla vakit geçirmelerine neden olur. Kimler, Nasıl Etkileniyor?Her olay her bireyi farklı şekillerde etkileyebildiği gibi, ekran ve ekran bağımlılığı da benzer şekilde farklı yaş gruplarını farklı şekillerde etkileyebilir. Çocukların ve ergenlerin beyinleri gelişim aşamasında olduğundan, fazla ekrana maruz kaldıklarında beyinleri teknoloji ile biçimlenmektedir. Uzun süre ekranda vakit geçirilmesi çocuklarda dikkat eksikliği, hiperaktivite, sosyal izolasyon ve hatta agresif davranışlar görülmesine yol açabilir. Bunlara ek olarak öğrenme güçlükleri, dil gelişim problemleri ve hayal gücünde azalma durumları da gözlemlenebilir.Yetişkinlik döneminde ekran kullanımı, çoğunlukla iş gereci zorunlu olmaktadır. İş sebebiyle kullanım, kişisel kullanıma eklenince ekranda geçirilen süre bir hayli artmaktadır. Bunların hepsinin bir arada gerçekleşmesi de bağımlığı pekiştirmektedir. Bu yaş grubunda da ekran bağımlılığı, sosyal problemlere, ilişkilerde sorunlara ve yalnızlık duygusunun artmasına yol açabilir.Yaşlılar, teknolojiyi yeni keşfetme motivasyonu ile genellikle yalnızlıklarını giderme veya sosyalleşme ihtiyaçlarını karşılamak istemektedirler. Ancak teknolojinin fazla kullanımı yaşlılık dönemindeki kişilerde fiziksel hareketsizlik ve çeşitli fiziksel sorunlara yol açabilir. Günümüzde dijital dolandırıcılık ve bilgi kirliliği gibi risklere de en açık olanlar yaşlılardır. Belirtiler: Ekran Bağımlısı Olup Olmadığınızı Gösteren İşaretlerSabah uyandığınız anda telefon, tablet ya da bilgisayarı alıp kontrol etmek, ekran süresini sınırlamamak veya sınırlayamamak, sosyal bir ortamda bile teknolojik cihazları ve bildirimleri kontrol etmek istemek, teknolojik aletlerin yokluğunda boşluk hissi ve huzursuz olmak, günlük görevleri aksatacak şekilde sosyal medyada zaman geçirmek ve teknolojik aletleri kullanırken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemek ekran bağımlılığının göstergelerindendir.Ekran Bağımlılığının Zihinsel ve Fiziksel EtkileriEkran başında sürekli uyarılma halindeki beyin yorulur ve karar verme becerisinde düşüş meydana gelir. Dijital ekranlar görme problemlerine ve göz kuruluğuna neden olur, baş ağrısı ve bulanık görmeye sebep olabilir. Masa başında geçirilen uzun saatler, kambur duruşla, sırt ve boyun ağrılarıyla sonuçlanabilir. Sosyal medyada ve dijital dünyada geçirilen sürenin artması, gerçek dünya etkileşimlerin azalmasına, yalnızlığa, asosyalliğe yol açabilirken kaygı düzeyini artırabilir. Sosyal medyada görülen idealize edilen hayatlar, kişilerde özgüven düşürerek mutsuzluğa ve depresyona yol açabilir.Ekran Süresini Azaltmak İçin Pratik Öneriler1.Zaman Bloklama Tekniği kullanın.Ekran süresinin kısıtlanması birçok açıdan faydalı olabilir. Ekran kullanılması gereken saatleri ya da ekranın kullanılmayacağı süreleri belirlemek, sosyal ve işlevsel olarak kişiye fayda sağlar. Buna ek olarak ekran süresinin kısıtlanması da önemlidir.2. Bildirimleri KapatınUygulama bildirimlerini kapatmak, gereksiz bildirimlerden kaçınmaya ve ekranı gerekmedikçe kullanmamaya yardımcı olur. 3. Cihazsız Alanlar BelirleyinYatak odası, yemek masası gibi bazı alanlarda telefon kullanılmaması faydalı bir alışkanlık olacaktır.4. "Gerçek Dünya"ya DönüşSosyal etkinliklere, doğa yürüyüşlerine, hobilere, arkadaşlara daha fazla zaman ayırmak, ekran süresini doğal olarak azaltarak sosyalleşmeyi de beraberinde getirir.Neden Bu Kadar Kolay Bağımlı Oluyoruz?Ekran bağımlılığı; psikolojik, sosyal ve biyolojik değişkenlerin birleşimiyle oluşan bir bağımlılık biçimidir. Bu bağımlılığın başlıca nedenleri şu şekilde sıralanabilir:Ödül Sistemi: Her bildirim bizi mutlu eder, dopamin salgılatır ve bu da ödül alma hissi uyandırır.Kaçış Mekanizması: Gerçek hayatımızdaki zorluklardan, sorumluluklarımızdan veya yalnızlık hissimizden kaçmak için ekranlara yönelmiş olabiliriz.Toplumsal Baskı: Özellikle gençler arasında sosyal medya kullanımı bir "zorunluluk" olmaktadır. Dışlanmamak, kabul görmek ve beğenilmek için çevrim içi olmak bir sosyal norm haline gelmiştir.Boş Zaman Alışkanlığı: Boş zamanlarımızı geçirdiğimiz sosyal medya, artık hepimiz için alışkanlık konumuna gelmektedir.Bu nedenler, teknoloji kullanımını masum bir araçtan, kişinin günlük yaşamını etkileyen artarak devam eden bir bağımlılığa dönüştürebilmektedir. Ekran Bağımlılığında Psikolojik Destek Ne Zaman Alınmalı? Bazen ekran süresini azaltmak ve işlevsel hayata geri dönmek için bireysel çabalar yetersiz kalabilir. Özellikle bağımlılığın davranışsal ve duygusal etkileri yoğunlaştığında bir uzmandan yardım almak en doğru adımdır.Psikolojik destek alınması gereken durumlar:·Teknolojik cihazlardan uzak kalındığında anksiyete, öfke veya panik duyguları yoğunlaşıyorsa,·Sosyal ilişkilerde ve iş/okul yaşamında olumsuz değişimler varsa,·Uyku düzeni bozulmuş, fiziksel rahatsızlık belirtileri ortaya çıkmaya başlamışsa,·Gündelik yaşam kalitesinde ve hayat kalitesinde düşüklük varsa,·Ekransız zaman geçirirken boşluk hissediliyorsa,·Ekran bağımlılığı nedeniyle depresif düşünceler veya yalnızlık artıyorsa psikolojik destek alınmalıdır.Eğer ekran karşısında geçirdiğiniz zaman, sizi hayattan uzaklaştırıyor, sosyal ilişkilerinizi zayıflatıyor ve zihinsel sağlığınızı tehdit ediyorsa; artık bir uzmana başvurmanın zamanı gelmiş olabilir. Psikolojik destek almak bir zayıflık değil, bilinçli bir güç göstergesidir. Psikolojik destek alarak teknoloji bağımlılığıyla mücadele etmek ve yaşam kalitesini artırmak mümkündür.Teknolojiden tamamen kopmak ne gerçekçidir ne de gereklidir. Önemli olan, teknolojiyi nasıl kullandığımızdır. Teknolojiyle sağlıklı bir ilişki kurulmalıdır. Doğru sınırlar ve sağlıklı alışkanlıklar ile dijital dünyadan faydalanılabiliriz. Cihazlar bizim hayatımızı kolaylaştırmak için var; hayatımızın merkezi olmak için değil. Bunun farkında olmak gerekir. Peki sizin 24 saatte ekranda geçirdiğiniz vaktin ne kadarı size gerçekten yarar sağladı, sizi geliştirdi?

Pelin BAYIN 26.05.2025