Psikolojik sorunlarımız farkedilebilir mi?

İyi bir psikoloji, insanın kendisini daha rahat ifade etmesine, daha kaliteli ve rahat bir yaşam sürmesine yardımcı olmaktadır. Yaşam kalitesindeki en önemli etkenlerden biri mental sağlıktır. Sağlıklı bir kişide davranış şekilleri ve standartlar farklılık göstermektedir.
Yaşam standartları düşük, psikolojisi bozuk olan insan davranışları şu şekildedir:
- Öfke kontrolünde zorlanırlar,
- Ani ses ve hareketlere karşı çok daha duyarlı hâle gelirler,
- İştahlarında artma veya azalma görülür,
- Uyku düzenleri tamamen değişir,
- Keyifsizlerdir ve hiçbir şeyden memnun olmazlar,
- Kronik yorgunluk ve halsizlik yaşarlar,
- İlerleyen rahatsızlıklarda bayılma, bilinç kaybı gibi semptomlar gösterirler.
Psikoloji Neden Bozulur?
İnsan psikolojisi, hayatın her alanını yakından ilgilendirmektedir. Hem bireysel hem de toplumsal olarak psikolojik sağlığa önem gösterilmesi gerekmektedir. Psikolojinin bozulmasının farklı pek çok nedeni bulunmaktadır. Başlıca nedenler şu şekildedir:
- Aile içi krizler,
- Çocukluk travmaları,
- Çevresel etkiler,
- İkili ilişkiler,
- Genetik kodlanmalar,
- İş ve okul hayatında yaşanan krizler,
- Akran zorbalığı,
- Aldatılma/kandırılma ve iyi niyetin suistimali.
Kişinin hem içsel hem de çevresel tüm faktörlerden etkilenerek psikolojisinin bozulması mümkündür. Bozulan psikolojiyi tedavi etmek, yaşam kalitesini artırmak ve kişinin sağlığına kavuşmasını sağlamak adına önem taşımaktadır.
Psikolojik Rahatsızlıklar Nasıl Belli Olur?
Psikolojik rahatsızlıkların farklı şekillerde kendisini belli ettiği görülebilmektedir. Bazı psikolojik rahatsızlıklar gizli, bazıları kendisini belli edecek semptomlarla ilerlemektedir. Ruhsal sağlıkta bir bozukluk olduğunu belli eden semptomlar şu şekilde sıralanabilir:
- Uykusuzluk veya aşırı uyku hâli,
- Keyifsizlik (memnuniyetsizlik)
- Kas ağrıları,
- Duş almak gibi rutinleri yerine getirmekte zorlanma,
- İştahsızlık veya iştahın açılması,
- İzole olmak,
- Duygusal dışavurumda ve kendini ifade noktasında zayıflık,
- İletişim ve etkileşimden kaçınma.
Bu semptomlardan bir veya birden fazlasını gösteren kişilerin psikolojik rahatsızlıklara sahip olduğu yahut eğilimli olduğu görülebilmektedir.
Psikolojik Bozukluğa Yatkın Kişilerin Özellikleri
Psikolojik bozukluklara yatkınlık kişilik özelliklerine bakarak da anlaşılabilmektedir. Bu tip rahatsızlıklara yatkınlığı olan bireylerin kişilik özellikleri arasında çok düşünmek, takıntılılık, kıskançlık, stresli olmak, kötümserlik, güvensizlik yer almaktadır. Bunların yanı sıra bozuk bir aile yapısına sahip olmak da psikolojik bozukluğa yatkınlığı artırmaktadır.
Kişilik özelliklerinin yanı sıra yaşam biçimlerimiz de psikolojik sorunlara olan yatkınlığımızı etkilemektedir. Dengeli beslenmeyen, uyku düzeni bulunmayan, sağlıksız abur cuburları sıklıkla tüketen, spor yapmayan, hareketsiz bir yaşam stilini benimseyen, asosyal kişilerin psikolojik sorunlara daha eğilimli olduğu araştırmalarla da kanıtlanmıştır.
Hemen hemen herkes hayatının bir döneminde veya belli dönemlerinde ruhsal olarak kendisini iyi hissetmeyebilir. Böyle bir durumun hemen bir psikiyatrik hastalıktan kaynaklandığını söylemek doğru değildir. Gündelik hayatta ‘psikolojik hastalıklar’ olarak bahsedilen, tıbbi ifadeyle ‘psikiyatrik hastalıklar’ şöyle açıklanabilir: Kişinin duygularını, düşüncelerini, davranışlarını etkileyen, kişilerin ilişkilerinde ve işlevselliğinde bozulmaya yol açan hastalıklardır. Geçici veya kronik olabilen psikiyatrik hastalıklar kişinin başka kişilerle ilişkisini ve gündelik yaşamını sürdürmesini etkilemektedir. Psikolojik hastalıkları tanımlamak zor olabilir. Ancak bu hastalıkların hem ruhsal sıkıntı hem de yaşamın birçok alanındaki işlevsellikteki bozulma ile karakterize olduğunu bilmemiz önemlidir.
Psikolojik Hastalıkların Belirtileri
Psikolojik hastalıklar ve belirtileri bozukluğun türüne göre değişmekle birlikte bazı tipik belirtileri vardır. Psikolojik hastalıklar belirtileri şöyledir:
- Kaygı
- Depresif ruh hali
- Uyku sorunları
- İştahta değişiklik
- Davranış değişikliği
- Duygu durumda değişiklik
- Cinsel dürtüde değişiklikler
- Sanrılar, halüsinasyonlar ve gerçeği algılama bozukluğu
- Alkol ve madde kullanımında bozukluklar
- Sinirlilik
- İsteksizlik
- Sosyal hayattan geri çekilme veya izolasyon
- Konsantrasyonda bozulma
- İntihar veya kendine zarar verme düşüncesi
Kaç Çeşit Psikolojik Hastalık Vardır?
Psikiyatrik hastalıkların sınıflandırması ve teşhisi hem uzmanlar hem de hastalar için endişe yaratabilir. Tanının daha kolay koyulabilmesi için çoğunlukla Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından yayınlanan Mental Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı DSM V kullanılır. Yaklaşık 300 psikiyatrik bozukluk olduğu bilinir. Ancak çok sayıda bozukluk alt türleri mevcuttur. Duygu durum bozuklukları, kaygı bozuklukları, yeme bozuklukları, uyku-uyanıklık bozuklukları, şizofreni ve psikozla giden bozukluklar, nörogelişimsel bozukluklar ve kişilik bozuklukları gibi tanı kategorileri bulunmaktadır. Yaygın psikolojik hastalıklar şunlardır:
- Anksiyete bozuklukları
- Unipolar depresyon
- Bipolar bozukluk
- Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu
- Uyku bozuklukları
- Yeme bozuklukları
- Obsesif kompulsif bozukluk (OKB)
- Panik bozukluk
- Travma sonrası stres bozukluğu
- Şizofreni
- Sosyal anksiyete bozukluğu (sosyal fobi)
- Spesifik fobiler
- Alkol madde kullanımı ile ilişkili bozukluklar gibi bozukluklar
Bütün bu rahatsızlıklar arasında en sık görülen psikolojik hastalıklar anksiyete bozukluğu ve depresyondur.
Psikolojik Hastalıklar ve Nedenleri
Anksiyete Bozukluğu: Anksiyete diğer adıyla kaygı bozukluğu, psikiyatrik bir rahatsızlıktır. Günlük hayatımızda ara sıra kaygı yaşamak olağandır. Zaman içerisinde karşı karşıya kaldığımız olaylardan ötürü endişelenebilir ya da gelecek ile ilgili kaygılar duyabiliriz. Günlük yaşamda kaygı duymak her ne kadar normal olsa da, dozunda bir aşırılık mevcutsa o zaman tıbbi bir hastalıktan söz edebiliriz. Anksiyete bozukluğu olan kişilerde, yoğun, sürekli devam eden bir endişe hali ve günlük hayatta rastlanılan durumlara karşı korku vardır. Panik atak krizleriyle de kendini gösterebilir. Bu duyulan aşırı endişe, kaygı, panik durumu günlük aktiviteleri sekteye uğratır. Bu halin belirtileri çocukluk, gençlik yıllarında başlayıp yetişkinliğe kadar devam edebilmektedir. Yetişkinlik döneminin ardından azalma eğilimindedir.
Anksiyete bozukluklarının kendi içinde; sosyal anksiyete bozukluğu, ayrılık anksiyetesi, spesifik fobiler, yaygın anksiyete bozukluğu gibi çeşitleri de mevcuttur. Bu bağlamda sadece bir değil birden fazla anksiyete bozukluğundan muzdarip olabilirsiniz. Anksiyete bozukluğu tedavisi olan bir psikiyatrik rahatsızlıktır. Anksiyete türüne, hastalığın şiddetine, kişinin yaş, cinsiyet gibi özelliklerinin yanı sıra tıbbi durumuna göre ilaç tedavisi düzenlenebilir.
Depresyon: Depresyon psikiyatrik hastalıklar için en yaygın olan ve en çok yeti kaybı yapan hastalıklardan birisidir. Hastalar günlük hayat içindeki aktivitelerini sürdürmekte güçlük çekebilmekte; iş, aile ve sosyal hayatları olumsuz yönde etkilenmektedir. Birçok psikolojik hastalık gibi depresyonda da net bir sebepten söz edilemez. Tıp dünyasında genellikle kabul edilen açıklama; beyinde kimyasal iletimde görev alan maddelerle ilgili bir dengesizlik olması sonucu depresyonun geliştiğidir. Bu dengesizliği çevresel sebepler tetikleyebilir.
Depresyon tanısı
konabilmesi için aşağıdaki belirtilerin en az iki hafta boyunca devam ediyor olması ve bir veya ikincisinin mutlaka bulunması gerekir:
- Sürekli kederli ve üzgün hissetmek
- Günlük aktivitelere olan ilgi azlığı ve zevk alamama
- İştah azalması ya da artması
- Uykuya dalmakta güçlük, sık uyanma veya aşırı uyuma
- Sürekli yorgun hissetme, enerjisizlik
- Konuşmada ve hareketlerde yavaşlık
- Değersizlik veya suçluluk hisleri
- Odaklanmada güçlük
- İntihar eğilimi
Depresyon mutlaka psikiyatri hekimleri tarafından etkili biçimde tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Psikoterapi ve ilaç tedavisi gerekebilir, tedavi kişinin durumuna göre düzenlenmelidir.
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu
: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında başlayan, etkisi tüm bir yaşama yayılabilen, süreğen bir nöropsikiyatrik bozukluktur. Bu bozukluk yaşama, kişiler arası ilişkilere, okul ve iş dünyasına yansıyan olumsuz etkileri açısından toplumun ve sağlık hizmetlerinin önemli sorunlarından birisidir. DEHB ister çocukluk ister erişkinlik döneminde olsun sadece hastaları değil çevrelerini, ailelerini, ebeveynlerini de etkiler. Önlenebilir kayıplara engel olabilmek için rahatsızlık fark edildiğinde tüm tedavi imkanları kullanılarak etkin bir tedavi hızlı ve dikkatli bir biçimde başlatılmalıdır.
Bipolar Bozukluk:
İki uçlu bozukluk (bipolar bozukluk, eski adıyla manik-depresif hastalık) iki ayrı hastalık dönemleriyle karakterize bir ruhsal bozukluktur. Bu hastalık dönemlerinden bir tanesinde taşkınlık (mani), diğerinde ise çökkünlük (depresyon) bulunmaktadır. Tüm
bipolar bozukluk
yaşayan kişilerde görülmese de mani döneminde özgüvende artış, hareketlilik, enerjik olma hali, uyku ihtiyacında azalma, konuşma hızı ve miktarında artış olması, cinsel istekte artış, çok para harcama, riskli davranışlarda bulunma gibi belirtiler görülebilir. Birbirlerine zıt gibi görünen bu iki hastalık dönemi yatışma ve alevlenmelerle seyreder. Hastalık dönemleri dışında ise hasta hemen tamamen normale döner. Bazı hastalarda ise günlük yaşamı kısmen etkileyen kalıntı belirtiler görülmekle birlikte, hastalar düzelir. Bipolar hastalığın nedenleri arasında genetik etkenler azımsanmayacak orandadır. Bunun yanı sıra çevrenin etkisi ve stresli yaşam olayları da tetikleyici olabilmektedir. İki uçlu bozukluğun tedavisinde hastalık dönemlerinin tedavi edilmesi kadar, hastanın yeniden hastalanmasını engellemek adına koruyucu tedavi de planlanmaktadır.
Şizofreni:
Şizofreni, genellikle genç yaşlarda başlayan, kişinin dış dünyadan uzaklaşarak içine kapandığı; duygu, düşünce ve davranışlarında önemli bozuklukların ortaya çıktığı, beynin yapı ve işleyişinde değişiklerin saptandığı, kronik seyirli biyolojik bir beyin hastalığıdır. Bu hastalarda gerçek dışı algılar ve düşünceler, toplumdan uzaklaşma, öz bakımda, düşünce üretiminde, soyut düşünme becerisinde ve duygusal ifadelerde azalma sık görülen belirtilerdir. 1950’li yıllarda antipsikotik ilaçların keşfiyle şizofreni hastalığı tedavi edilebilir bir hale gelmiştir. Şizofreni tedavisinde ilaç, psiko-eğitim, psikososyal rehabilitasyon uygulanabilir. Kişi semptomları hafif olsa bile yaşam boyu tedaviye ihtiyaç duyar.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu:
Kişiyi aşırı korkutan, dehşet içinde bırakan, çaresizlik yaratan, çoğu kez olağan dışı ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşen olayların tetiklediği bir ruh sağlığı bozukluğudur. Bu olayların kişinin kendisinde veya bir yakınında ölüme yol açması ya da yaralanma tehlikesi yaratması durumunda ortaya korku, dehşet ve çaresizlik hisleri çıkabilir. Travma sonrası stres bozukluğu semptomları ve belirtilerinin ortaya çıkmasının ardından bir an önce etkili tedavi almak, semptomları azaltmak ve işlevselliği iyileştirmek için oldukça büyük bir öneme sahiptir.
Yeme Bozuklukları:
Yeme bozukluğu
yemek yeme dürtüsünün fiziksel açlık durumuna göre değil farklı algı ve düşünce biçimlerine göre şekillendiği ve beslenme davranışının büyük oranda bozulduğu son derece önemli psikiyatrik problemlerden biridir. Kişi, genellikle vücudun ağırlık veya şekil gibi dış görünüş özellikleri hakkında olumsuz fikirlere sahiptir ve bu durum yemek yeme davranışına karşı farklı bakış açılarının ortaya çıkmasına neden olur. Sadece bedendeki şekil bozuklukları değil, işlevsellikte de sıkıntıya neden olur. Yeme bozukluklarının tedavisinde öncelikli amaç kişinin fiziksel sağlığını iyileştirmek, bozukluğa bağlı organ hasarı ve ölüm gibi komplikasyonları kontrol altına almaktır. Yeme bozukluğu tedavisinin mutlaka alanında uzman psikiyatri hekimleri ile planlanması, aile terapisi, bilişsel-davranışçı terapi veya kişilerarası terapi gibi yöntemler arasından kişiye uygun olanın seçilmesi gerekir.
Obsesif Kompulsif Bozukluk:
İnsanların obsesyon adı verilen sürekli tekrar eden düşüncelere sahip olması ve bu düşüncenin kendisini rahatsız etmesinden ötürü, genellikle rahatlamak amacıyla ritüel veya kompulsiyon adı verilen sürekli tekrar eden davranışlarda bulunmasıyla karakterize bir durumdur. Temizlikle ilgili
örneği yaygındır.
OKB’li kişilerin ebeveynlerinde ve diğer birinci derece akrabalarında bozukluğa yaygın bir şekilde rastlanılması OKB’nin genetik sebeplerle ortaya çıkabildiğini düşündürür. Araştırmalar beyindeki bazı bölgelerde ve serotonin hormonuyla ilgili işlevsel bir bozuklukla OKB’nin geliştiği üzerinde durmuştur. Hatta bu hormon bozukluğunun beyindeki sinirsel iletimde daha yoğun olduğu gözlenmiştir. Ayrıca OKB gelişimi, çocukluk çağı travmalarıyla ilişkilendirilir. Bunlardan biri de cinsel istismardır. Çocukluk çağında travmaya maruz kalan kişilerde ileriki yıllarda yaşanan bir stres sonucu OKB ortaya çıktığı düşünülür. OKB tedavisinde ilaç tedavisi ve psikoterapi ayrı ayrı veya birlikte uygulanabilmektedir.
Psikolojik Bozukluk Nasıl Anlaşılır?
Psikiyatrik hastalıkların teşhisi için özel bir test yoktur. Uzmanlar çeşitli testleri teşhis koymada yardımcı bir araç olarak uygulayabilirler. Psikolojik hastalık belirtileri düşünüldüğünde farklı tıbbi durumları elemek için fiziki muayene ve laboratuvar testleri yapılabilir. Örneğin; bir kişinin sürekli uyuma isteğinin olmasının depresyon kaynaklı mı yoksa genel tıbbi durumundan kaynaklı mı olduğunu anlamak için tahliller yapılması gerekebilir.
Psikolojik Hastalıklar Nasıl Tedavi Edilir?
Psikiyatrik hastalıkların tedavisinde, hastalıkların özelliklerine göre farklı tedavi yöntemleri uygulanır. İlaç, elektrokonvülsif terapi gibi biyolojik tedavilerin yanı sıra insanın duygusal, düşünsel özelliklerini veya ilişkilerindeki değişkenleri hedef alan psikoterapi gibi yöntemler de meslek alanında yer alır. Bu yöntemler ancak eğitimini almış kişilerce uygulanabilir.
Psikoterapi:
Pek çok psikoterapi çeşidi bulunur. Önemli olan uygulayıcının, uyguladığı yöntemin eğitimini almış olma ve uygulama yetkisine sahip olma gerekliliğidir. Bir terapistle konuşmak kişilerin psikolojik hastalıklarını anlayabilmek ve onlarla başa çıkabilmesini kolaylaştırmak için yöntemler geliştirmelerine destek olur. Bilişsel davranışçı terapi ve dinamik terapiler en yaygın başvurulan terapi yöntemlerdir.
İlaç:
Anti-depresanlar, anksiyolitikler, antipsikotikler, duygu durum dengeleyici ilaçlar gibi ilaçlar psikiyatrik bozuklukların tedavisinde kullanılır. İlaçların türlerine göre beyindeki semptomların hafifletilmesi ve değişiklikler yaratılması sağlanır. Doktor kontrolünde alınmalıdır.
Terapi ve ilaçların yanı sıra psikolojik hastalıklarla başa çıkmada yardımcı olabilecek diğer yöntemlerde şunlardır:
Yaşam Tarzı Değişikliği: Hayatınızda yapacağınız minimal değişiklikler iyilik halinin sağlanması ve sürdürülmesinde yardımcı olabilir. Örneğin; düzenli bir şekilde egzersiz yapmak, kaygı ve depresyon semptomlarının azalmasında yardımcı olabilir.
Tamamlayıcı ve Alternatif Tedaviler: Yoga, meditasyon, nefes egzersizleri, beslenme düzeni değişiklikleri gibi destekleyiciler yardımcı olabilir.
Sosyal Destek: Psikiyatrik hastalıklarda genellikle sosyal hayattan çekilme davranışı görüşür. Ancak aksine sosyal bağları devam ettirmek, daha iyi hissetmeyi, ihtiyaç duyduğunuz desteği almanızı sağlayabilir.
Psikolog ve Psikiyatrist Arasındaki Fark
Psikolojik hastalıklar ve çeşitlerine geçmeden önce çok karıştırılan iki kavramdan bahsetmek yerinde olacaktır. Psikolog ve psikiyatrist hakkında kafa karışıklığının olduğu uzmanlık alanlarıdır. Bu iki uzmanlık da ruhsal sorunların tedavisi için destek alınan kişilerdir. Psikologlar Türkiye’de 4 yıllık Psikoloji lisans eğitimi alıp Klinik Psikoloji üzerine lisansüstü eğitimi tamamlayıp psikoterapi uygulayabilirler. Psikiyatristler ise tıp doktorlarıdır, Türkiye’de 6 yıl tıp fakültesinde eğitim aldıktan sonra uzmanlık eğitimlerini Ruh Sağlığı ve Hastalıkları üzerine yapar ve uzman doktor olarak çalışırlar. Psikiyatristler, kişiye eğitimini görmüşlerse psikoterapi yöntemleri uygulayabilecekleri gibi ilaç, elektrokonvülsif terapi gibi tedavileri de uygulama yetkisine sahiplerdir.
Yayınlanma: 08.05.2024 11:45
Son Güncelleme: 16.08.2024 17:33

Bunları da sevebilirsiniz...
Oyun Terapisi Nedir?Oyun, çocukların iletişim dili, oyuncaklar ise bu dilin aracıdır. Oyun Terapisi, çocukların duygu, düşünce ve deneyimlerini oyuncaklar aracılığıyla bir uzmana daha iyi ifade etmelerini sağlayan bir terapi türüdür. Bu terapi oyuncak oynama çağındaki, 2-12 yaş aralığındaki çocuklarda kullanılabilir. Terapistler de, çocuğun oyuncaklarla ve oyunla kurduğu iletişimi, davranışsal ve duygusal sorunları anlayabilir.Oyun Terapisinin Faydaları Nelerdir?Oyun terapisinde, terapist ve çocuk oyun odasında yalnız bulunurlar. Bu sayede çocuk, ebeveynlerinden ve bakım verenlerinden ayrılmayı ve onlardan bağımsız bir birey olmayı deneyimlemiş olur. Oyun odasında kendisini ifade ederek dil gelişiminde ve olayları aktarma becerisinde zamanla gelişmeler görülür. Bu terapi seansları ona, özgüven geliştirmesine, özsaygısının artmasına ve kendisini daha iyi ifade etmesine olanak verir.Bunlara ek olarak, oyun terapisine gelen çocuğun sorun veya travması üzerine yoğunlaşılarak bunun iyileştirilmesi ve bu durum karşısında başa çıkma stratejilerinin geliştirilmesi üzerine çalışılır. Bütün bunlar oyuncaklar ve oyunlar aracılığı ile yapıldığından bu süreç çocuklar için hem daha eğlenceli hem de daha verimli geçmektedir.Oyun Terapisi Süreci Nasıldır?Oyun terapisi çocuktan çocuğa değişen süreçleri içerse de, temelinde aynı aşamalardan geçmektedir. Terapist ve çocuğun yalnız kaldığı oyun odasında ilk aşama olarak çocuğun yani danışanın terapiste güvenerek onunla rahat zaman geçirmesi gerekmektedir.Terapist ve danışan bağ kurduktan sonra danışanın yavaş yavaş problemlerinden bahsetmesi veya bunu oyuna dökmesi beklenir. Bu süreçte danışanın rahat olması önemlidir. Herhangi bir zorlama yapılması, danışan için olumsuz bir süreç olarak devam etmesine veya terapinin sonlanmasına neden olabilir. Problemlerin açığa çıkmasının ardından oyun aracılığıyla danışan ve terapist bu probleme uygun başa çıkma becerileri geliştirmeye çalışırlar.Ebeveynlerin/ ailenin/bakım verenlerin bu süreçte rolü; sabırlı ve destekçi olmaktır. Terapi zaman alır. Bu süreçte acele etmemek, beklemek, sabırlı olmak, zorlamamak; yapılabilecek en büyük yardımlardandır.Bu süreçte hem terapisti hem de çocuğu zorlamamaları acele ettirmemeleri gerekir. Yapılan her türlü hata terapiyi olumsuz etkileyebilir.Oyun Terapisi Süresi Ne Kadardır?Oyun terapileri seans olarak 50 dakika sürmektedir. Bir terapinin başarıyla tamamlanması ortalama 20 seans sürebilir. Ancak her çocuk biriciktir. Bu sebeple her çocuğun seans süresi de değişiklik göstermektedir. Bazı çocuklar için bu süreç daha uzun aşamalardan geçebilir, güven bağı hemen oluşmayabilir, problemi aktarmak zor gelebilir ya da çözümler hemen uygulanamayabilir. Bu durumlardan seans süresi artabilir. Ancak bazı çocuklar için bağ kurmak, problemlerini tanımak ve aktarmak ve çözüm konusunda daha uygulayıcı olmak daha kolaydır. Böyle durumlarda ise seanslar daha az sürebilir.Bu farklılıklar çocukları daha zeki ya da daha zorlu çocuklar yapmaz. Her çocuk özeldir ve her çocuğun farklı bireylere yaklaşımı, yaşam deneyimleri ve problemlerle başa çıkma becerisi farklıdır. Terapiye gelmek onlar için çok başarılı birer adımdır. Ve geçirdikleri her seansta attıkları adımlar da bu başarıyı destekler nitelikte olacaktır.Oyun Terapisinin Çocuk Üzerindeki Etkileri Nelerdir?Oyun terapisi, çocuğu geliştirici bir nitelik taşır. Çocuklukta kazanılan her beceri, bireyin ilerleyen yaşantısında da ona katkıda bulunur. Bu açıdan bakıldığında oyun terapisinde kazanılan baş etme stratejileri, çocuğun ilerleyen dönemlerde sorunlarla karşılaştığında bu problemleri tanımasına, farkında olmasına ve bunların nasıl üstesinden geleceğini bilmesine yardımcı olur.Oyun terapisi çocuk için olumlu yaşam deneyimleri sunar. Kendisini ifade edebilmeyierken yaştaöğrenen çocuk, ilerleyen yaşta daha sosyal, daha girişken ve daha özgür ruhlu birey haline gelir, kendisini her koşulda rahatça açıklayabilir. Kendi sorunlarının farkında olması ve bunların üstesinden gelmesini deneyimleyen çocuk, başarılarının farkında olur ve özsaygısı artar.Psikolojik destek almak, gelişen neslimizle birlikte yavaş yavaş artış göstermektedir. Bu sebeple çocuk yaşta terapi alan bireyler, ilerleyen yaşantılarında da başa çıkamadığı, farkında olamadığı veya destek almak istediği durumlarda psikolojik destek almaktan kaçınmaz. Bu durum onu psikolojik olarak daha sağlıklı birey yapar. Bu da hem psikolojik hem fiziksel hem de ruhsal olarak onu daha ileriye taşır. Psikolojik destek almanın faydasını deneyimlemiş biri olarak, hem kendi neslini hem de kendisinden sonra gelecek nesli bu konuda psikolojik desteğe ve psikolojik iyi oluşa teşvik edebilir; bu durum daha sağlıklı bir çevrede yetişip gelişmesine yardımcı olabilir. Kısaca oyun terapisi, hem çocuğun güncel durumunu hem de ilerleyen yaşantısını kurtaracak bir terapi haline gelebilmektedir.Oyun Terapisi Ne ZamanKullanılır?Her çocuğun özel olduğundan bahsetmiştir. Bu durumda her çocuğun yaşantısı ve deneyimi de özeldir diyebiliriz. Her çocuk farklı sorunlar yaşayabilir ve farklı alanlardan terapi ihtiyacı duyabilir. Oyun terapisine gelme nedenleri arasında en çok; ailevi sorunlar, öfke sorunları, vurma, küfür etme gibi davranışsal problemler, kardeş kıskançlığı,travmalar, korkular, çekingenlik, asosyallik ve içe kapanıklık, uyku problemleri, yeme problemleri, tuvalet problemleri, okula alışma sorunu, uyum problemleri, dikkat eksikliği ve hiperaktivite yer almaktadır. Bunların dışında farklı sorunlar karşısında baş etme becerileri geliştirmek için de oyun terapisi kullanılabilir.Oyun Terapisi Normal Oyundan Farklı Mıdır?Oyun terapisinde, çocuktan beklenilen sadece oyuncakları kullanarak oyunlar oynamasıdır. Kullanılan oyuncaklar ve oynanan oyun temelde aynı olabilir. Ancak terapist, oyun odasında oynanan oyuna anlam yüklemektedir. Her oyuncağın her davranışın ilişkilendirilmesi terapist tarafından yapılır. Bu da sorunların anlaşılır olmasına ve çözümlerin üretilmesine yol açar. İçerik olarak aynı oyuncaklar veya aynı oyun olmasına rağmen oyun terapi odasındaki oyun ve normal oyunun işlevleri farklıdır.Çocuğunuz Neden Oyun Terapisi Almalıdır?Terapi, genel olarak herkes için iyileştirici ve geliştirici bir süreçtir. Çocuklar için bu süreç oyun terapisiyle sağlanabilir. Hem daha iyi bir çocukluk hem de daha iyi bir gelecek için, yaşadığıproblemlerin üstesinden gelinemediği takdirde, çocuğun terapiye ihtiyaç duyduğu zamanlarda bu destek sağlanmalıdır.Çocuğunuzun terapiye ihtiyacı olduğunu düşünüyorsanız, biruzmanabaşvurunuz.Psikolog Pelin Bayın Yazıyı Oku
Uzman: Pelin BAYINYayınlanma: 04.05.2025

Kaygı'ya filozof Kierkegaard'ın bakış açısıyla bakmaya ne dersiniz? Kaygıyı özgürlüğün bir olanağı olarak gören Kierkegaard; kaygıya yüklenen olumsuz anlamları yeniden sorgulamaya açıyor. Diyor ki; kaygı insanın olağan bir duygusudur ve asıl olağandışı olan varoluşun kendisidir. Ve kaygı ile korku arasında bir ayrım yaparak kaygının insana has olduğu ve hayvanlarda rastlanmayacağını ifade ediyor.Biz de olağan nedir, onu inceleyelim. Böylece biz ve varlığımız neden olağandışıyız, düşünebiliriz. Doğada olağan olarak açıkladığımız olayların neden sonuç ilişkisi içinde gerçekleşiyor olması; doğayı bizim için "olağan" kılıyor. İnsanı olağandışı yapan şey, doğayı; nedeni ve ardından gelen sonucu izleyerek açıklarken, insan kendisini, bir sonuç olarak var olmuş haliyle fark ediyor. Doğup doğmadığımızı ya da var olup olmadığımızı bilmeye başladıktan sonra (örn: "kendimi bildim bileli") insanın ölebileceğini fark etmesi, doğadaki varolan ve sürdürülen canlılığa uymamayı seçebileceğini keşfetmesi ile kendi etkinliğini belirleme zorunluluğunun ve kendi etkinliğindeki nedenlerin belirsizliğinin yaşattığı duyguya kaygı diyebiliriz. Özgürlük de bu noktada kaygı ile birlikte ele alınıyor. Kendi etkinliğini belirleme zorunluluğuna özgürlük diyebilir miyiz? Bir zorunluluktan bahsederek özgürlük nasıl açıklanabilir? İnsan özgür olmamayı seçme özgürlüğüne de sahiptir ve bunu da yine özgürlüğüyle seçmiş olacağı için özgür olmamayı seçememiş de olur. Bu paradoksu şimdilik kenara bırakırsak, Kierkegaard'ın ifadesiyle özgürlüğün olanağı olarak kaygıyı yaşıyoruz. Mevcut etkinliklerimiz, örneğin en temel olarak var olma etkinliğimize kadar varoluşsal bir kaygı başlıyor. Bu ontolojik kaygı; var olma etkinliğimizi fark etmemiz ve bunun bizim belirleyeceğimiz nedenler zinciri ile bir olağanlığa kavuşacağını fark etmemizle ortaya çıkıyor.Farkındalığın getirdiği; etkinliklerimizi ve bunları sürdürmedeki nedenlerimizin belirsizliğini belirgin hale getirme aşaması da özgürlüğün keşfedildiği aşama. Ancak dilemma şurda; bunu seçmemeyi seçmek mümkün değil. Yani özgür olmamayı seçmen bile özgürlüğünün eseri bir seçimin ve dolayısıyla sorumluluğu sana ait. Üstelik seçim aşamasında yaşanan kaygı ve zorunlu seçim olanağı olan özgürlük aynı anda sona eriyor olabilir mi? Yani bir etkinliği ve ona atfettiğiniz neden'i seçtiğinizde diğer seçimlerden de mahrum olmayı seçmiş oluyorsunuz. Kierkegaard şöyle açıklıyor: "Özgürlüğün olanağı kendini kaygı içinde ortaya çıkarır. Ancak insan özgürlüğün kendisini gösterdiği aynı anda özgür olmayandır da. Bu karşıtlık içerisinde kaygı kendisini insanın içinde muğlak bir güç olarak gösterir. Kişi kendisi olabilmek için öncelikle bu muğlak güçle yaşamayı, kaygı içinde olabilmeyi öğrenmelidir."Gelelim korku ile; yalnızca insanlarda rastlanan kaygının arasındaki farka:Korkunun bir nesnesi varken, kaygının nesnesi hiçliktir, der Kierkegaard. Örneğin köpekten korkan kişi için köpek tehlikesi geçtiğinde korkusu da geçer. "Kaygı ise üstü örtük olarak da olsa daima, 'şimdi, burada'dır. Kaygı kişinin bütünlüğünü kaybetmesi, varoluşsal bir parçalanma haline girmesidir." Bütünlüğün parçalanmasını nasıl açıklayabiliriz? Olası koşullarda ortaya konulacak tepki ya da davranış seçeneklerinin; aklına gelen tüm ihtimaller dairesi kadar genişlediğini, genişlediği ölçüde özgürlüğün arttığını ancak aynı oranda kararsızlığın ve neyi neden seçeceğine ilişkin kendine dair belirsizliğin de arttığını görmek ile bu parçalanma kastediliyor olabilir. Kaygıyı bir uçurumun kenarında yaşadığımız baş dönmesine benzetir Kierkegaard. Bu varlığı fark edildikçe artan ihtimallerin önünde zorunlu olarak seçimde bulunan bireyin yaşadığı baş dönmesi... Kararı verirken, kendi özgürlüğümüz ile neden sonuç ilişkisi oluşturma, hatta oluşturmama özgürlüğümüz vardır. Etkinliğimizi (en basit manada varolma etkinliğimizi) nedene bağlayarak, bütünlüğün parçalanması hali tekrar bir zincirin halkası gibi görünür ve 'şimdi ve burada'lığı bir süreç içine dahil edilmiş olur. Seçimlerimizle ontolojik kaygıdan farklılaşır, seçimimizle kendimizi ve etkinliğimizi belirginleştiririz,neden sonuç ilişkisi içinde durumu olağanlaştırırız ancak artık o nedenin veya seçimin getirileri ve sorumlulukları ile özgürlüğümüzü kaybetmiş oluruz. Belirlenen seçimin tek nedeni kendimiz olması sebebiyle kendimizi bununla tanımlayabiliriz ve bir neden olarak bir benlik ediniriz. Bu hiçlikten bir şey olmaya ve bir kimlik ya da benlik inşa etmeye, bir tutarlılık içinde bir sonraki seçimi daha az belirsizlik dolayısıyla daha az kaygı yaşamaya olanak tanıyabilir. Bu benlik bizi hiçlikten bir şey olmaya taşır ancak aynı zamanda her şey olabilme özgürlüğünden de geri alarak herhangi ve bir şey olmaya taşımış olur. Oysa; "Ben şu'yum ve daha önce de tepkim şu idi" ile başlanılan bir durum anımsandığında parçalanma yerini tutarlılığa ve ihtimallerin daralmasına bırakıyor.Kierkegaard şöyle devam eder: "Bu anlamda psikoterapinin ontolojik kaygının üstesinden gelmesi mümkün değildir. Psikoterapi ancak korkuların sıklığını ve yoğunluğunu değiştirebilir. Kaygıyı ise ancak uygun bir yere yerleştirebilir; çünkü kaygı varoluşa ait bir özelliktir." Ergenlik döneminde yaşanan kimlik arayışı ve kaygı duygusu ile birlikte edinilen tutumlar, seçimler ya da alınan rol modeller sayesinde herhangi bir bütünlüğe sahip tutarlı bir çerçeve çizmeye çalışıyoruz. Peki bu süreçte kaygı neye dair yaşanıyor ve azalıyor? Kierkegaard: "Bazı koşullarda kendi tepkilerimizin ne olacağına dair belirsizlik daha açık bir ifadeyle “kendimizden korkmak” bizi kaygı haline sürükler. Çünkü burada sözü geçen “kendi” yani insan başlı başına belirsiz bir şeydir." der. Ergenlikle henüz etkinliklerimizi fark etmeye ve onları eyleyip eylememe kararına sahip olduğumuzu ve nasıl eyleme getireceğimize ilişkin farkındalıklarımız ile oluşan belirsizliklere "çünkü ben" ile başlayan sebepleri seçiyoruz ve bir sonraki olası koşullarda eski davranışımız ve seçimimiz bir referans görevi görerek "ben"lik inşa edilmeye başlanıyor. Böylece kaygının da bu "ben"e bağlı davranışların tutarlı olması ihtiyacı ile özgürlüğün de eş zamanlı azaldığını söyleyebilir miyiz? "İnsan, kaygı içinde kendisini birçok farklı şekillerde eyleyebilecek ve özgürlüğünü etkinleştirebilecek bir “kişi” olarak ortaya koyar, başka bir deyişle kendisini keşfeder. Kendisiyle yalnızca gelecekteki bir olasılık olarak değil, başka biri olmanın olasılığı olarak da ilişki kurar. İnsan varlığı olarak kendimizi özgürlüğün olanağı ile olan ilişkimiz içinde belirler ve aynı zamanda özgürlüğün olanağının kaygısıyla bu kararı veririz."Kaynakça:İncelenen Makale: Özgürlüğün Olanağı Olarak Kaygı, Yasemin Akış Yaman Yazıyı Oku
Uzman: Emine AYDOĞANYayınlanma: 29.04.2025

Evlilikte Duyarsızlık: Psikolojik Dinamikler ve Çözüm YollarıEvlilik, iki bireyin duygusal, fiziksel ve zihinsel olarak birbirine bağlandığı, karşılıklı anlayış ve destek üzerine kurulu bir birlikteliktir. Ancak, zamanla çiftler arasında duygusal bağın zayıflaması, empati eksikliği ve ilgisizlik gibi sorunlar ortaya çıkabilir. Evlilikte duyarsızlık, partnerlerden birinin ya da her ikisinin de diğerinin duygularına, ihtiyaçlarına veya beklentilerine karşı kayıtsız kalması olarak tanımlanabilir. Bu durum, evliliğin temel taşlarından olan güven, sevgi ve iletişimi tehdit ederek ciddi çatışmalara yol açabilir. Bu makalede, evlilikte duyarsızlığın psikolojik nedenleri, etkileri ve çözüm yolları ele alınacaktır.Evlilikte Duyarsızlığın Psikolojik NedenleriEvlilikte duyarsızlığın kökeninde bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörler yatabilir. İlk olarak, bireysel faktörler arasında kişinin geçmiş deneyimleri, duygusal olgunluk düzeyi ve stresle başa çıkma becerileri yer alır. Örneğin, çocukluk döneminde duygusal ihmale maruz kalmış bir birey, yetişkinlikte duygularını ifade etmekte zorlanabilir ve partnerinin ihtiyaçlarına karşı duyarsız kalabilir. Ayrıca, kişinin kendi duygularına yabancılaşması (aleksitimi) da empati kurma yeteneğini zayıflatabilir.İlişkisel faktörler, çiftler arasındaki iletişim kalitesine ve çatışma çözme becerilerine bağlıdır. Uzun süreli evliliklerde, çiftler rutinlere hapsolabilir ve birbirlerinin duygusal sinyallerini fark etmeyi bırakabilir. Örneğin, bir partnerin sürekli olarak iş stresiyle meşgul olması, diğer partnerin duygusal ihtiyaçlarını göz ardı etmesine neden olabilir. Ayrıca, çözülmemiş çatışmalar veya biriken kırgınlıklar, duygusal mesafe yaratabilir ve duyarsızlığı körükleyebilir.Çevresel faktörler arasında ise modern yaşamın getirdiği baskılar öne çıkar. Yoğun iş temposu, maddi sorunlar veya çocuk yetiştirme sorumlulukları, çiftlerin birbirine ayıracakları zamanı ve enerjiyi azaltabilir. Bu durumda, partnerler farkında olmadan birbirine karşı ilgisiz hale gelebilir.Duyarsızlığın Evliliğe EtkileriEvlilikte duyarsızlık, hem bireysel hem de ilişkisel düzeyde ciddi sonuçlar doğurabilir. Duyarsızlığın en yaygın etkilerinden biri, duygusal bağın zayıflamasıdır. Bir partnerin sürekli olarak diğerinin ihtiyaçlarına kayıtsız kalması, terk edilmişlik, değersizlik ve yalnızlık hislerini tetikleyebilir. Bu durum, zamanla öfke, hayal kırıklığı veya depresif belirtiler gibi duygusal sorunlara yol açabilir.Duyarsızlık, aynı zamanda iletişimde bozulmalara neden olur. Duygusal ihtiyaçları karşılanmayan bir partner, kendini ifade etmekten vazgeçebilir veya agresif bir iletişim tarzı benimseyebilir. Bu, çiftler arasında kısır döngüye dönüşen çatışmalara yol açar. Örneğin, bir partnerin "Seninle konuşmak anlamsız, zaten beni umursamıyorsun" gibi söylemleri, diğer partneri savunmaya geçirerek iletişimi daha da zorlaştırabilir.Duyarsızlığın uzun vadeli etkileri arasında ise evliliğin sürdürülebilirliğinin tehlikeye girmesi yer alır. Partnerlerden biri sürekli olarak ihmal edildiğini hissederse, bu durum sadakatsizlik, ayrılık veya boşanma gibi sonuçlara yol açabilir. Ayrıca, duyarsızlık çocukların da duygusal gelişimini etkileyebilir; ebeveynler arasındaki soğukluk, çocuklarda güvensizlik veya kaygı gibi sorunlara neden olabilir.### Çözüm Yolları: Duyarsızlığı Aşmak İçin Psikolojik StratejilerEvlilikte duyarsızlığı aşmak, çiftlerin bilinçli çabaları ve duygusal yatırımlarıyla mümkündür. Aşağıda, bu sorunu çözmek için uygulanabilecek psikolojik stratejiler sıralanmıştır:1. *Açık ve Yapıcı İletişim Kurma*: Çiftler, duygularını ve ihtiyaçlarını açıkça ifade etmeye özen göstermelidir. "Sen hep böyle yapıyorsun" gibi suçlayıcı ifadeler yerine, "Bazen ihtiyaçlarımı fark etmediğini hissediyorum, bu konuda konuşabilir miyiz?" gibi yapıcı bir dil kullanılabilir. İletişimde "ben dili" kullanmak, karşı tarafın savunmaya geçmesini önler.2. *Empati Geliştirme*: Empati, partnerin duygularını anlamak ve onun bakış açısını takdir etmek anlamına gelir. Çiftler, birbirlerinin duygusal sinyallerine daha fazla dikkat ederek empati becerilerini güçlendirebilir. Örneğin, partnerin stresli bir gün geçirdiğini fark eden bir eş, destekleyici bir tavır sergileyerek duygusal bağı güçlendirebilir.3. *Kaliteli Zaman Geçirme*: Yoğun yaşam temposunda çiftlerin birbirine ayırdığı zaman azalabilir. Birlikte geçirilen kaliteli zaman, duygusal yakınlığı artırır. Haftada bir akşam yemeği, ortak bir hobi veya basit bir yürüyüş bile ilişkiyi canlandırabilir.4. *Duygusal Farkındalığı Artırma*: Partnerler, kendi duygularını ve ihtiyaçlarını daha iyi anlamak için öz-yansıtma yapabilir. Meditasyon, günlük tutma veya terapi gibi yöntemler, duygusal farkındalığı artırarak duyarsızlığın azalmasına yardımcı olur.5. *Çift Terapisi*: Profesyonel destek, duyarsızlığın altında yatan nedenleri anlamak ve etkili iletişim stratejileri geliştirmek için faydalıdır. Çift terapisi, çiftlerin birbirine karşı daha duyarlı hale gelmesine ve ilişkilerini yeniden inşa etmesine olanak tanır.6. *Stresle Başa Çıkma Becerilerini Geliştirme*: Dışsal stres faktörleri duyarsızlığı tetikleyebilir. Çiftler, stres yönetimi teknikleri (örneğin, nefes egzersizleri veya zaman yönetimi) öğrenerek birbirine daha fazla enerji ayırabilir.Evlilik ve İlişki Terapisinin Temel PrensipleriEvlilik ve ilişki terapisi, çeşitli temel prensipler üzerine inşa edilmiştir. Bu prensipler, çiftlerin ilişkilerini anlamalarına ve sorunlarını çözmelerine yardımcı olur. İşte evlilik ve ilişki terapisinin temel prensiplerinden bazıları:İlişkiyi önceliklendirmeİlişki terapisi, çiftlerin ilişkilerini önceliklendirmelerini sağlar. İlişkideki sorunlar genellikle diğer yaşam stresleri tarafından gölgelenebilir. Terapistler, çiftlere ilişkilerini önemsemelerini ve ona zaman ayırmalarını öğütler. Bu, ilişkinin sağlıklı bir şekilde gelişmesini sağlar.Eşitlik ve saygıEvlilik ve ilişki terapisi, çiftler arasında eşitlik ve saygı temelinde kurulmuştur. Terapistler, çiftlere birbirlerine karşı saygılı olmayı, duygularını ifade etmeyi ve ihtiyaçlarını dile getirmeyi öğretir. Bu, sağlıklı bir iletişim ve karşılıklı anlayışın temelidir.İletişim becerileri geliştirmeİletişim, sağlıklı bir ilişkinin temel taşıdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere etkili iletişim becerileri geliştirmeleri konusunda rehberlik eder. Terapistler, aktif dinleme, empati kurma ve açık bir şekilde ifade etme gibi becerileri öğretir. Böylece, çiftler duygularını daha iyi ifade edebilir ve birbirlerini daha iyi anlayabilir.Çatışma yönetimiHer ilişkide çatışmalar kaçınılmazdır. Evlilik ve ilişki terapisi, çiftlere çatışma yönetimi becerilerini öğretir. Terapistler, çiftlerin çatışmaları yapıcı bir şekilde ele almalarını sağlar. Bu, çiftler arasındaki anlaşmazlıkların daha sağlıklı bir şekilde çözülmesine yardımcı olur.#SonuçEvlilikte duyarsızlık, çiftlerin duygusal bağını zayıflatan ve ilişkiyi tehdit eden ciddi bir sorundur. Ancak, bu durum çözümsüz değildir. Duyarsızlığın kökeninde yatan bireysel, ilişkisel ve çevresel faktörleri anlamak, çözüm yollarını belirlemede ilk adımdır. Açık iletişim, empati, kaliteli zaman geçirme ve profesyonel destek gibi stratejiler, çiftlerin birbirine karşı duyarlılığını artırabilir. Evlilik, sürekli bir çaba ve özen gerektirir; duyarsızlığı aşmak ise bu çabanın en önemli parçalarından biridir. Çiftler, birbirine karşı duyarlılıklarını yeniden inşa ederek daha sağlıklı, tatmin edici ve sürdürülebilir bir ilişki kurabilirler. Yazıyı Oku
Uzman: Hidayet ÇALIŞKANYayınlanma: 21.04.2025