1. Uzmanlar
  2. Rojda OHANCAN
  3. Blog Yazıları
  4. Beyin Yapısı ve Kişilik Gelişimi

Beyin Yapısı ve Kişilik Gelişimi

Beyin de tıpkı hayat gibi bir denge üzerine kuruludur, terazinin bir tarafının daha çok ağır basması dengesizliklere yol açacaktır. Kişi, sağlıklı bir hayat sürebilmesi açısından beynin iki ayrı bölümünü de dengeli kullanma becerisini kazanmış olmalıdır. Örneğin; çocuklar duygularını ifade etmekten sakınıyorlarsa, bunları gereksiz olarak algılayıp göz ardı ediyorlarsa bu demek oluyor ki tamamen sol beyin yapılarının kontrolündedirler. Duyguların bu denli göz ardı edilmesi çocuğu tamamen karmaşanın içine sokacaktır kişiliği de bu doğrultuda gelişecektir. Çocuk her şeyi tamamen mantık çerçevesinde algılayacaktır örneğin; karşısındaki kişinin ya da kendisinin duygularını anlayamayacak, anlamlandıramayacak, duyguları çözümleyemeyecek, sağlam ilişkiler kuramayacak, çözüme ulaştıramadığı her duygusu onun iç dünyasına yeni bir karmaşa daha ekleyecektir. 


Sol beyin; her şeyin düzenli ve mantıksal olmasını istemektedir. Sağ beyin ise; yüz ifadeleri, göz teması, ses tonu gibi işaretleri anlayıp, uygulamaktadır. Bütüne bakmaktadır, hislere önem vermektedir. Kişi, sağ beynine tamamen teslim olduğu zaman her şeyi duygusal olarak yorumlayacaktır. Mantığı tamamen göz ardı edecektir ve duyguları, sezgileri doğrultusunda kimi zaman yanılacak kimi zaman da kendisini derin acılara hapsedecektir. Örneğin; sınavdan kötü not alan bir çocuk eğer bu durumu tamamen sağ beyninin kontrolünde yorumlarsa kendisini tamamen beceriksiz olarak algılayacak, büyük çöküşler yaşayacak ve “Hiçbir şeyi başaramayacağım.” gibi bir düşünceyle olayı dramaya çevirecek, kendisini çökkün hissedecektir. Bu dramın içerisinde kaldığı süre ne kadar artarsa kendisine olan öz güveni, öz yeterlilik inancı da o denli azalacaktır. Duygular tabii ki kişinin gelişimi açısından oldukça önemlidir ancak tamamen duygulara teslim olma hali kişinin objektifliğini, gerçekçiliğini yitirmesine neden olmaktadır. Kişi bunları yitirdikçe, her olayı duyguları doğrultusunda yorumladıkça acılar da o denli onun hayatına giriş yapmaktadır. Özellikle böyle bir kişinin etrafında sol beyni aktif olan insanlar varsa onun için hayat tamamen katlanılamaz hale gelecektir. 


O her olaya duygusal tepkiler verirken, çevresindeki insanlar mantıkları doğrultusunda hareket ettikleri için onu anlayamayacak, ona nasihatlerde bulunacak ve onu yargılayacaklardır ancak bu kişi tamamen duygularının kontrolünde olduğu için bu nasihatleri hakaret gibi algılayacak, anlaşılamıyor olma düşüncesi onu yoracak, kendisini yapayalnız ve çaresiz hissedecektir. Bilindiği üzere bu hisler herhangi bir kişi açısından oldukça tehlikeli ve iç dünyasını yaralayıcı olabilmektedir. Üstelik bu birey zaten duygularını yoğun bir şekilde yaşadığı için bu tür duygular ona daha da ağır gelecektir. Böylesi bir durum sonucunda kişi kendisini tamamen geri çekecektir, insanlardan uzaklaşacaktır. Bu yalnızlık onu yoracak, odaklanmasını güçleştirecek, mutlu olma ihtimalinin olmadığına inanmaya başlayacaktır, günden güne kendisini daha da üzecektir.


Örneğin; çocuk duygularının karşılığında umduğu tepkiyi bulamadığı zaman “Demek ki insanlar bu kadar acımasız, kendi ailem bile acılarımı görmezken, anlamazken bir başkası beni nasıl anlar ki?” düşüncesine sığınacak ve herkesten uzaklaşacaktır. Ancak bu durum sadece uzaklaşmayla kalacak bir durum değildir, bu şekilde olan bir yalnızlık onun tüm bakış açısına olumsuz yönde zarar verecektir çünkü o bu yalnızlığı kendisi seçmemiş, o buna mecbur bırakılmıştır. Aynı şekilde tamamen sol beynine odaklanan bir çocuk ise; duyguları anlamsız bulduğu için çoğu zaman akran grubuna karşı kırıcı olabilecektir, şakalara karşı daha keskin bir tavır sergileyecektir, çoğu şeyi mantık çerçevesinde değerlendirdiği için duygu içeren durumlarda yanlış anlaşılmalar oluşacaktır, karşısındakini anlamamakla kalmayacak birde üstüne üstlük yaptığının yanlış olduğunu bile düşünmeyecektir çünkü ona göre doğru olan budur, mantık dahilinde her şey normaldir bunlarla ilgili alınacak bir durum yoktur.


Anlaşıldığı üzere her şeyde olduğu gibi bu konuda da bir dengeye ihtiyaç vardır; kişi hem sağ beynini hem sol beynini kullanmalıdır çünkü farklı farklı gelişen olaylara aynı sistem üzerinde tepkiler vererek farklı sonuçlar beklemek tamamiyle hata olacaktır. Olaylara uygun olan sistemle tepki vermek gerekmektedir. Çocuk, kendi duyguların anlamlandırabilmeli, karşısındakinin duygularını anlayıp ona göre yaklaşabilmeli ancak duygularının peşinde sürüklenmemelidir, objektif olması gereken durumlarda sol beynini aktifleştirmeli, gerçekçiliğini kaybetmemelidir. İnsani ilişkilerde duygusallık önemlidir ancak mantık gerektiren konularda duygusallığın özellikle aşırı bir şekilde olan duygusallığın devreye girmesi hem bireyin kendisi için hem de çevresi için yıpratıcı olacaktır. Anlaşılamamazlıklar, suçlanmalar, uzaklaşmalar sonucunda tartışmalar meydana gelecektir. 


Aynı şekilde duygusallık gerektiren konularda aşırı bir şekilde olan mantığın devreye girmesi de tehlikelidir çünkü bu durumun sonucunda karşısındakini anlayamayan insan ona yardımcı olamayacak, sıkılacak, anlamsız bulacak ve hatta o kişiden soğuyacaktır. Çünkü tek bir tarafa odaklanıldığı sürece kişinin çevresinden beklentileri de aktif olan tek beyin tarafıyla ilgili olacaktır. Örneğin; sol beynini aktif kullanan birey yanında kendisi gibi birini isteyecektir, sağ beynini aktif olarak kullanan birey de aynı şekilde yanında kendisi gibi birini isteyecektir ancak bu her zaman mümkün olabilecek bir durum değildir. Bu yüzden iki beyin de ortak kullanılmalıdır, kişi duygularından kaçmamalı ancak onları dozunda yaşamalı ve yine aynı şekilde mantığını kullanmalı ancak yaşadığı duyguları da göz ardı etmemeli onları anlamlandırmalıdır.


Beyin, kişinin kim olduğunu ve ne şekilde davrandığını önemli derecede etkilemektedir. Beynimizin sol tarafı; gerçekçi olmakta, düzen istemekte, listeleme yöntemini tercih etmekte, mantıklı hareket etmemize ve fikirleri dile getirmemize yardım etmektedir. Beynimizin sağ tarafı ise; imgesel ve sezgisel olmakta, ayrıntılardan ziyade bütüne bakmayı tercih etmekte, hislere daha çok önem vermekte, duyguları deneyimleyip sözsüz iletişimde bulunmamızı ve sözsüz iletişimi anlamamızı sağlamaktadır. İnsanların zaman zaman olduğundan farklı davranışlar sergilemesinin altında yatan temel sebep, o an beynin hangi bölümünün daha çok aktif olduğuyla ilgilidir. 


Örneğin; çoğunlukla mantıklı davranan bir insan bazen duygularına teslim olabilir ve o an durumları soğukkanlılıkla değerlendirip çözüm arayan biri değil, ağlama krizleri yaşayan veya öfke nöbeti geçiren birine dönüşebilir. Böylesi bir manzara hem kişinin kendisinde hem de çevresindeki insanlarda şaşkınlık yaratacaktır bunun sebebi ise kişinin hiç beklenmedik bir anda ve keskin bir geçişle bambaşka birine dönüşmesidir. Bu noktada yaşanan durumun sebebi, kişinin o an sol beyin yapısına ulaşamaması ve tamamen sağ beyin yapısının aktifleşmesidir.


Kişiler açısından faydalı olabilecek olan ise beyninin bir bölümüne yoğunlaşmak yerine bu iki bölümün birlikte çalışmasını sağlayabilmektir. Özellikle kişinin çocukluk döneminde sol beyin yapısından ziyade sağ beyin yapısı daha aktif olmaktadır bu nedenle bu dönemde çocuğunun beyin yapılarını bütünleştirme konusunda çocuğuna yardımcı olan ve bu konuda sabırlı davranan bir ebeveyne sahip olmak çocuklar açısından fazlasıyla faydalı olacaktır.

Beynindeki bölümleri bütünleştirmeyi ve bu bölümler arasında bir denge kurmayı başarabilen çocuk; öfke nöbetleri geçirmemekte ya da ağlama krizleri yaşamamakta, duygu ve düşüncelerini kontrol edebilme becerisini kazanmakta ve bu becerisini geliştirebilmektedir. Bu iki beyin yapısının birlikte çalışması; kişinin mantıklı ve yapıcı kararlar alabilmesini, kendi üzerindeki kontrolü ele geçirebilmesini, kendisini ve çevresini daha kolaylıkla anlayabilmesini sağlamaktadır. 


Sağ beyin yapısının kontrolünde olup sadece duygularına odaklanan kişi; olayları mantıklı bir şekilde analiz edemeyecek, problemlere yapıcı bir çözüm bulamayacak, olaylara ve kişilere kendi duyguları çerçevesinde bakıp, onları bu şekilde ve çoğu zaman yanlış değerlendirme davranışını benimseyecek ve kendisini yoğun, yıpratıcı duygularla baş başa bırakacaktır. Bu kişiler, yaşadıkları ilişkilerde tıpkı küçük bir çocuk gibi davranmakta sürekli küsme, alınma, ağlama davranışını benimsemekte çoğu şeyi yanlış anlayıp yanlış değerlendirmekte ve bunun sonucunda yapıcı değil yıkıcı olabilmektedir bu da her iki taraf için oldukça yorucu bir süreç olmaktadır. Özellikle bu durum ebeveynler tarafından oldukça dikkat edilmesi gereken bir konudur. 


Örneğin; Çocuklarının üzgün, çaresiz ya da öfkeli hissettiği anlarda ebeveynlerin mantıklı, savunma içeren yorumlar yapması, çocuklarına tavsiyelerde bulunması kesinlikle doğru bir davranış olmayacaktır çünkü ebeveynler o anda çocuğa daha kötü hissettirecek ve çocuk duygularına karşılık verilmediği için anlaşılmadığını ve duygularının önemsenmediğini düşünüp daha büyük bir çöküş yaşayarak beyninin sağ bölümüne daha da teslim olacaktır. Bu nokta çocuğun; küsme, kendi içine kapanma, yalnızlığı seçme gibi davranış ve tutumları benimsemeyi öğrendiği, "Hiçkimse beni anlamıyor, bu dünyada yapayalnızım." düşüncesine en çok sığındığı andır yine bu dönemde çocuk her şeyi dramatize etmeyi öğrenmekte ve ağlama krizleri yaşama ihtimalini fazlasıyla artırmaktadır. 


Akıllarda tutulması gereken nokta şudur ki; çocuk o an kendisine sunulan tüm bu mantıklı açıklamaları, tavsiyeleri, gerçekçi bakış açılarını anlayabilecek ya da bunları kendi beyin süzgecinden geçirip kendi iç dünyasında içselleştirebilecek konumda değildir, çocuğun sol beyin yapısı o an tamamen bilgi girişine kapalıdır. Bu sebeple ebeveynlerin tüm bu girişimleri faydalı olmayacak aksine ters tepecek ve çocuğun ruh sağlığı açısından zararlı olacaktır. 


Ebeveynler bu yüzden özellikle dikkatli olmalı, çocuklarını gözlemlemeli ve çocuklarının sağ beyin yapılarının kontrolünde olduğunu anladıkları anda öncelikli olarak çocuklarının duygularına karşılık vermelidirler. Çocuk duygularını anlatabilmeli, duygularına karşılık alabilmeli, anlaşıldığını hissetmeli bu noktada ebeveynler hem çocuklarının duygularını dinleyerek hem de onlara şefkatli dokunuşlarda bulunarak yardımcı olabilmelidir. (Çocuğun saçlarını okşamak, yüzünü sevmek gibi) 

Bunun sonucunda çocuk önemsendiğini ve anlaşıldığını hissettiğinde yumuşayacak, duygularını anlamlandıracak ve çözüme kavuşturacak böylelikle yavaş yavaş mantıklı düşünmeye başlayarak sol beyin yapısını aktifleştirecektir tam da bu nokta ebeveynlerin mantıklı ama kısa ve öz açıklamalar yapması için en doğru an olacaktır. 

Yayınlanma: 19.10.2021 09:36

Son Güncelleme: 19.10.2021 09:38

Psikolog

Rojda

OHANCAN

Psikolog

Çevresel-Toplumsal Sorunlar
Online TerapiOnline Ter...
süre 50 dk
ücret 550
Yüz Yüze TerapiY. Yüze Ter..
süre 50 dk
ücret 600
Yapay zeka ile, kişiselleştirilmiş destek:
Menta AI
Yapay zeka ile,
kişiselleştirilmiş destek: Menta AI

Şimdi indir, konuşmaya başla

App Store'dan İndirGoogle Play'den İndir
Bunları da sevebilirsiniz...

"Hayır" Diyememek: Sağlıklı Sınır Çizememenin Psikolojik Kökenleri ve Etkili Çözüm Yollar

"Hayır" Diyememek: Sağlıklı Sınır Çizememenin Psikolojik Kökenleri ve Etkili Çözüm Yolları"Hayır" demek, bireyin kendi özerkliğini, ruh sağlığını ve yaşam kalitesini koruyabilmesi için hayati öneme sahip, temel bir psikososyal beceridir. Ancak modern psikoloji ve ilişki dinamikleri üzerine yapılan çalışmalar, pek çok insanın bu kritik kelimeyi söylemekte büyük zorluk çektiğini göstermektedir. Bu zorluk, genellikle aşırı empati sahibi, başkalarının beklentilerine aşırı öncelik veren ya da çocuklukta sağlıklı sınır koyma örüntüleri geliştirememiş bireylerde gözlemlenir. Sınır koyma eksikliği, kişinin kendi ihtiyaçlarını ihmal etmesine, aşırı sorumluluk yüklenmesine ve nihayetinde psikolojik stres, tükenmişlik ve ilişkisel doyumsuzluğa yol açan bir döngü yaratır.Sınır Koyma Eksikliğinin KökenleriSınır koyma yeteneğinin gelişimi büyük ölçüde erken dönem yaşam deneyimlerine dayanır. Lammers (2019), çocukluk döneminde ebeveynlerin sergilediği belli başlı örüntülerin, bireyin ileriki yaşamında "hayır" deme becerisini olumsuz etkilediğini vurgular:Aşırı Koruyucu Ebeveyn Yaklaşımları: Çocuklarına kendi başlarına karar verme ve sınır çizme fırsatı tanınmayan bireyler, yetişkinlikte de başkalarının talep ve beklentilerine karşı kendi alanlarını savunmakta zorlanırlar. Kendi ihtiyaçlarının geçerliliğini öğrenemezler.Aşırı Eleştirel Ebeveyn Yaklaşımları: Hata yaptığında veya ebeveynlerinin beklentilerine uymadığında sert eleştiriye maruz kalan çocuklar, reddedilme ve sevgiyi kaybetme korkusu geliştirirler. Bu korku, yetişkinlikte başkalarını memnun etme (people-pleasing) davranışına ve "hayır" demenin getireceği olası çatışmadan kaçınmaya neden olur.Duygusal İhtiyaçların Geçersiz Kılınması: Çocuğun duygusal ihtiyaçları sürekli olarak görmezden gelindiğinde veya ebeveynin ihtiyaçlarına tabi kılındığında, birey kendi duygularının ve ihtiyaçlarının ikincil olduğunu öğrenir. Bu, başkalarının taleplerini kendi ihtiyaçlarının önüne koyma eğilimini pekiştirir.Bu erken dönem yaşantıları, bireyde Reddedilme Korkusu (Fear of Rejection) ve Çatışma Kaçınma (Conflict Avoidance) gibi temel şemaların yerleşmesine neden olur. Dolayısıyla "hayır" demek, bilinçaltında sevgiyi veya ait olmayı kaybetme riski olarak algılanır.Sınır Çizememenin Psikolojik ve İlişkisel MaliyetleriSınır koyma becerisinin eksikliği, bireyin psikolojik dayanıklılığını aşındıran ciddi sonuçlar doğurur (Roth & Cohen, 2021):Duygusal Tükenmişlik (Burnout): Sürekli olarak başkalarının taleplerini kendi kaynaklarının önüne koymak, enerji ve duygusal rezervlerin tükenmesine yol açar. Bu durum, Maslach'ın tükenmişlik modeline uygun olarak, yüksek duygusal yorgunluk hissi ile sonuçlanır.Gizli Öfke ve Pişmanlık: "Evet" denilen her istenmeyen talep, bireyde biriken gizli bir öfkeye dönüşür. Zamanla bu öfke, pasif-agresif davranışlar, ilişkiden soğuma veya depresif belirtiler olarak ortaya çıkabilir.Değersizlik Hissi: Kendi ihtiyaçlarını sürekli göz ardı eden birey, zamanla kendisine değer vermediği mesajını hem kendisine hem de çevresine verir. Bu durum özsaygı düzeyini düşürür.İlişkisel Dengesizlik: Sınırları olmayan ilişkilerde güç dengesizliği oluşur. Talepte bulunan kişi sınırların ihlal edilebileceğini öğrenirken, "hayır" diyemeyen kişi istismar edilme riskiyle karşı karşıya kalır.Sınır Koyma Becerilerini Geliştirme YollarıSınır koyma, öğrenilebilir ve geliştirilebilir bir beceridir. Bu süreç, bireyin hem kendisiyle hem de çevresiyle olan ilişkisini yeniden yapılandırmasını gerektirir.1. Öz Farkındalık ve İhtiyaçları TanımaSınır koymanın ilk adımı, kendi kişisel değerlerini, önceliklerini ve duygusal ihtiyaçlarını belirlemektir. Birey, hangi aktivitelerin kendisine enerji verdiğini (ya da aldığını), ne kadar zamanın kendisine ait olması gerektiğini netleştirmelidir. Bu netlik, hangi taleplere "hayır" denileceğini doğal olarak belirler.2. “Hayır”ı Yeniden Çerçevelemek (Reframing)"Hayır" kelimesi, suçluluk veya bencillikle ilişkilendirilmek yerine, saygı ve kendine değer verme eylemi olarak yeniden kavranmalıdır. Bir talebe "hayır" demek, o kişiye değil, o anki talebe "hayır" demektir. Lammers (2019), "Hayır" demenin, "Evet, bu benim sınırımdır ve değerlerim için önemli" anlamına geldiğini kabul etmenin önemini vurgular.3. Etkili ve Güvenli İletişim TeknikleriSınırların iletilmesi sırasında iddialı (assertive) iletişim stratejileri kullanılmalıdır:Netlik ve Doğrudanlık: Sınırı dolandırmadan, net bir dille ifade etmek ("Şu anda o görevi alamam").Gerekçe Sunma Zorunluluğundan Kaçınma: Detaylı bahaneler sunmak yerine, kısa ve kesin bir ifade kullanmak ("Hayır, bugün için başka planlarım var")."Sandviç Tekniği": Reddi yumuşatmak için kibar bir açılış, ardından net sınır ve isteğe bağlı olarak alternatif bir öneri sunmak (Örn: "Yardım teklifin için teşekkür ederim (pozitif), ancak bu hafta sonu işi bitiremem (sınır). Gelecek hafta yardım edebilirim (alternatif)").4. Profesyonel Destek AlmakSınır koyma konusunda köklü zorluklar yaşayan bireyler için profesyonel psikolojik destek almak, genellikle en etkili çözümdür. Terapötik süreçte kişiler, özellikle Şema Danışmanlığı veya Diyalektik Davranış Danışmanlığı gibi yaklaşımlarla, çocuklukta yerleşmiş olan reddedilme ve terk edilme şemalarını çalışabilirler. Danışman rehberliğinde, sağlıklı sınırlar oluşturma, çatışma yönetimi ve etkili iletişim stratejileri üzerine çalışılarak daha doyurucu ve sağlıklı ilişkiler kurma becerileri kazanılır.Sonuç"Hayır" diyememek, bireyin kendi hayatının direksiyonunu başkalarının eline vermesi anlamına gelir. Sınır koyma becerisi, bireyin psikolojik dayanıklılığını artırır ve hem kendisine hem de ilişkilerine saygı gösterdiğinin bir göstergesidir. Sınır koyma, bir saldırganlık eylemi değil, bir öz-koruma eylemidir. Bu becerinin kazanılması, kişinin kendisiyle barışık olmasını, aşırı sorumluluk yükünden kurtulmasını ve böylece hem kişisel hem de sosyal ilişkilerinde daha doyurucu ve sağlıklı deneyimler yaratmasını sağlayan temel bir adımdır. KaynakçaLammers, J. (2019). The psychology of saying no: How to set boundaries effectively. Journal of Behavioral Sciences, 45(3), 275-290.Roth, M. D., & Cohen, R. A. (2021). The relationship between boundary setting and burnout in high-demand professions. Psychology Research and Behavior Management, 14, 455–468.Scharff, D. (2018). The importance of boundaries in intimate relationships. Routledge.Daha bilinçli ve anlam dolu bir yaşam sürmek için farkındalık kazanma yolculuğunda size eşlik etmek üzere seanslara davet ediyorum.Randevu oluşturmak ve size uygun saat dilimlerini görmek için takvime göz atabilirsiniz.Sevgilerle…Uzman Psikolojik Danışman Sena İğdeli Sevinç

Duygusal Yorgunluk (Tükenmişlik): Modern Yaşamın Gizli Maliyeti ve Yönetimi

Duygusal Yorgunluk (Tükenmişlik): Modern Yaşamın Gizli Maliyeti ve YönetimiModern yaşamın sürekli artan talepleri, hızlı temposu ve yaygınlaşan stres faktörleri, bireylerin ruhsal ve fiziksel sağlığını derinden etkilemektedir. Bu durumun en belirgin sonuçlarından biri de duygusal yorgunlukya da daha yaygın adıyla duygusal tükenmişlik halidir. Duygusal yorgunluk, kişinin kendisini sürekli bitkin, enerjisiz ve duygusal rezervleri tamamen boşalmış hissetmesi durumudur. Bu kronik tükenme hali, yalnızca kişisel yaşam kalitesini düşürmekle kalmaz, aynı zamanda iş yaşamında ciddi performans düşüklüğüne, motivasyon kaybına ve sosyal ilişkilerde belirgin zorluklara yol açabilir.Tükenmişlik Sendromunun Çekirdek Bileşeni Olarak Duygusal YorgunlukChristina Maslach ve Michael P. Leiter (2016), duygusal yorgunluğun, kökenleri iş yaşamındaki kronik stres kaynaklarına dayanan tükenmişlik sendromunun (burnout) üç temel bileşeninden biri olduğunu belirtirler. Tükenmişlik Sendromu şu üç temel boyutta incelenir:Duygusal Yorgunluk (Exhaustion): Kişinin iş veya yaşam talepleri karşısında duygusal ve fiziksel enerjisinin tükenmesi, kendini yorgun ve bitkin hissetmesi. Bu, tükenmişliğin birincil ve en yaygın hissedilen bileşenidir.Duyarsızlaşma/Soğuma (Depersonalization/Cynicism): Özellikle hizmet mesleklerinde, bireyin hizmet verdiği kişilere veya genel olarak işine karşı mesafeli, duyarsız ve olumsuz bir tutum geliştirmesidir. Bu, duygusal taleplere karşı bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar.Düşük Kişisel Başarı Hissi (Reduced Personal Accomplishment): Kişinin işindeki yeterliliğine dair olumsuz bir değerlendirme yapması, kendini yetersiz ve başarısız hissetmesidir.Maslach ve Leiter'in (2016) çalışmaları, bu sendromun sadece bireysel bir sorun değil, aynı zamanda örgüt kültürü, iş yükü, kontrol eksikliği, adaletsizlik, ödüllendirme yetersizliği ve değer çatışmaları gibi altı ana örgütsel uyumsuzluk alanından kaynaklandığını vurgular.Duygusal Yorgunluğun Yaygınlığı ve Risk GruplarıDuygusal yorgunluk, özellikle yoğun insan ilişkisi ve duygusal emek gerektiren mesleklerde (örneğin öğretmenlik, sağlık hizmetleri, sosyal hizmet uzmanlığı ve çağrı merkezi çalışanları) daha yaygın bir sorundur (Schaufeli et al., 2009). Bu mesleklerde çalışanlar, sürekli olarak başkalarının duygusal ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar; bu da duygusal emeğin (emotional labor) yüksek maliyetine yol açar. Ancak günümüzün dijitalleşen, kesintisiz bağlantı gerektiren ve rekabetçi yapısı, serbest meslek sahiplerinden yöneticilere kadar hemen herkesin bu durumdan etkilenmesine neden olabilmektedir. "Sürekli açık olma kültürü" (always-on culture), özel yaşam ve iş yaşamı arasındaki sınırları belirsizleştirerek kronik stres yükünü artırmaktadır.Belirtileri ve Fizyolojik EtkileriDuygusal yorgunluğun belirtileri geniş bir yelpazeye yayılır ve sadece ruhsal değil, aynı zamanda fiziksel sağlığı da olumsuz etkileyebilir:Duygusal Belirtiler: Kronik yorgunluk, sürekli gerginlik veya kaygı hissi, duygusal tepkisizlik (donukluk), ilgisizlik, çabuk sinirlenme, karamsarlık ve umutsuzluk.Fiziksel Belirtiler: Açıklanamayan baş ağrıları, kas ağrıları, bağışıklık sisteminin zayıflaması sonucu sık hastalanma, mide-bağırsak sorunları ve kronik uyku problemleri (uykusuzluk veya aşırı uyuma isteği).Davranışsal Belirtiler: Sosyal izolasyon, işten kaçınma, görevlere karşı erteleme eğilimi, dikkat dağınıklığı ve artan madde/alkol kullanımı.Kronik stresin bir sonucu olarak, duygusal yorgunluk hipotalamus-hipofiz-adrenal (HPA) aksını sürekli aktive ederek kortizol gibi stres hormonlarının düzeyini yükseltir. Uzun süreli kortizol yüksekliği, bilişsel işlevlerde bozulmaya ve çeşitli kronik hastalıklara zemin hazırlayabilir (Gelsema et al., 2006).Başa Çıkma ve Önleme StratejileriDuygusal yorgunlukla başa çıkmak ve onu önlemek için hem bireysel hem de örgütsel düzeyde çok boyutlu stratejiler geliştirmek kritik öneme sahiptir.1. Bireysel Stratejiler (Öz Bakım)Sınır Koyma Becerisi: İş ve özel yaşam arasında net ve katı sınırlar belirlemek. Örneğin, mesai saatleri dışında iş e-postalarına bakmamak gibi dijital detoks uygulamaları.Öz Bakım (Self-Care): Düzenli egzersiz (stres hormonlarını düşürmede etkilidir), kaliteli ve yeterli uyku (yetişkinler için 7-9 saat) ve dengeli beslenme alışkanlıkları oluşturmak.Mindfulness ve Gevşeme Teknikleri: Bilinçli farkındalık uygulamaları, meditasyon ve derin nefes egzersizleri, duygusal düzenlemeyi artırarak stres tepkisini hafifletir.Sosyal Destek: Güvenilir arkadaşlar, aile üyeleri veya destek grupları ile düzenli iletişim kurmak. Sosyal destek, psikolojik esnekliği (rezilyans) önemli ölçüde artırır.2. Örgütsel ve Profesyonel Stratejilerİş Yükü Yönetimi: İşletmelerin adil ve sürdürülebilir iş yükü dağılımı sağlaması, çalışanların kontrol hissini artıracak özerklik sağlaması.Eğitim ve Gelişim: Çalışanlara stres yönetimi, zaman yönetimi ve özellikle duygusal düzenleme becerileri konusunda eğitimler verilmesi.Profesyonel Destek: Duygusal yorgunluğun ileri düzeyde olduğu durumlarda, bir psikolog veya psikiyatristten profesyonel destek almak, bireyin stresle başa çıkma becerilerini artırmasına ve tükenmiş kaynaklarını yeniden yapılandırmasına yardımcı olur. Kognitif Davranışçı Terapi (KDT) gibi yaklaşımlar, tükenmişliğe yol açan işlevsiz düşünce kalıplarını değiştirmede etkili olabilir (Maslach & Leiter, 2016).SonuçDuygusal yorgunluk, modern toplumun görmezden gelinemeyecek bir halk sağlığı sorunudur. Bu durum, bireyin kendisine ve çevresine karşı duygusal enerjisini yitirmesiyle karakterize olup, Maslach ve Leiter'in (2016) tanımladığı tükenmişlik sendromunun temelini oluşturur. Kronik stres, örgütsel uyumsuzluklar ve yüksek duygusal emek gereksinimi bu yorgunluğu tetikler. Erken tanıma, güçlü öz bakım stratejileri, sağlıklı sınır koyma becerileri ve gerektiğinde profesyonel yardım almak, bireylerin bu durumla etkili bir şekilde başa çıkmasını ve yaşam kalitelerini yeniden kazanmasını sağlayacak temel adımlardır. Duygusal yorgunlukla mücadele, sadece kişisel bir sorumluluk değil, aynı zamanda daha sağlıklı ve sürdürülebilir çalışma ortamları yaratmak adına örgütsel bir gerekliliktir. KaynakçaGelsema, Y. E., Van der Doef, M. P., Maes, S., & Janssen, T. (2006). A longitudinal study of psychological and physiological changes in relation to burnout among nursing staff. Journal of Advanced Nursing, 56(3), 322–331.Maslach, C., & Leiter, M. P. (2016). Understanding the burnout experience: Recent research and its implications for psychiatry. World Psychiatry, 15(2), 103-111. https://doi.org/10.1002/wps.20311Schaufeli, W. B., Leiter, M. P., & Maslach, C. (2009). Burnout: Thirty-five years of research and practice. Career Development International, 14(3), 204–220.Daha bilinçli ve anlam dolu bir yaşam sürmek için farkındalık kazanma yolculuğunda size eşlik etmek üzere seanslara davet ediyorum.Randevu oluşturmak ve size uygun saat dilimlerini görmek için takvime göz atabilirsiniz.Sevgilerle…Uzman Psikolojik Danışman Sena İğdeli Sevinç

Zihinsel Geviş Getirme (Ruminasyon)

Zihinsel Geviş Getirme (Ruminasyon): Sürekli Düşünmenin Psikolojik Maliyeti ve Tükenmişlik İlişkisiZihinsel geviş getirme (ruminasyon) veya halk arasındaki yaygın kullanımıyla “overthinking” (aşırı düşünme), bireyin aynı konu üzerinde durmadan düşünmesi, olumsuz olasılıkları kurcalaması ve geçmişte yaşananları defalarca zihinde tekrar etmesi durumudur. Bu bilişsel davranış biçimi, Nolen-Hoeksema’nın (2000) çığır açan çalışmasıyla modern psikoloji alanında merkezi bir odak noktası haline gelmiş ve özellikle majör depresif bozukluklar, kaygı ve karma anksiyete/depresif belirtilerin önemli bir yordayıcısı olarak tanımlanmıştır.Zihinsel geviş getirmenin temel problemi, bu düşünce sürecinin yapısal olarak işlevsiz olmasıdır. Düşünceler, çözüm üretmek, durumu analiz edip aksiyon almak yerine, kişiyi mevcut sıkıntı, çaresizlik ve bitkinlik duygusu içinde sabitler. Birey, sürekli düşündüğü için zihinsel olarak yorgun düşer, bilişsel kaynakları tükenir ve bu durum hem karar alma süreçlerinde zorlanmaya hem de genel işlevsellikte düşüşe yol açar. Bu süreç, kişinin sosyal ilişkilerini, iş performansını ve genel yaşam kalitesini olumsuz etkileyen kronik bir zihinsel yük yaratır.Ruminasyonun Bilişsel-Duygusal MekanizmasıSusan Nolen-Hoeksema (2000), ruminasyonu sadece bir semptom değil, aynı zamanda depresyonu sürdüren ve şiddetlendiren bir tepki tarzı olarak tanımlamıştır. Araştırmacı, ruminasyonu problem çözmeye odaklanan sağlıklı bir iç gözlem olan yansıtma (reflection) eyleminden kesin olarak ayırır.ÖzellikRuminasyon (Geviş Getirme)Yansıtma (Reflection)Odak NoktasıAcının nedenleri, sonuçları ve kişisel başarısızlıklar ("Neden ben?", "Neden böyle oldu?")Sorunun çözümü, aksiyon planları ve gelecekteki davranışlar ("Ne yapabilirim?", "Nasıl düzeltebilirim?")Duygusal SonuçYoğunlaşmış üzüntü, çaresizlik, pasiflik ve tükenmişlikYapıcı hisler, motivasyon, kontrol hissi ve duygusal rahatlamaRuminasyonun işleyişi şöyledir: Olumsuz bir olay yaşandığında (bir başarısızlık, bir kayıp vb.), ruminatif tepki veren birey, bu olayın nedenlerini dışarıda aramak yerine, kendi yetersizlikleri ve duygusal durumu üzerine odaklanır. Bu süreç, olayla ilişkili olumsuz anıları ve duygusal durumları aktif tutarak, bireyin bilişsel alanını meşgul eder ve çözüm odaklı düşünme kapasitesini bloke eder. Kaygıya odaklanan ruminasyon (worry) ise, genellikle gelecekteki potansiyel tehlikeler ve olumsuz sonuçlar üzerine yoğunlaşır; ancak her iki biçim de kişinin "şimdi ve burada"ki işlevselliğini bozar (Watkins, 2008).Sürekli Düşünmenin Tükenmişlik ve Duygusal Yorgunlukla İlişkisiZihinsel geviş getirme, doğrudan duygusal yorgunluğun ana kaynaklarından biri haline gelir. Tükenmişlik (burnout), uzun süreli ve çözülemeyen stres sonucunda ortaya çıkan, duygusal yorgunluk, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi ile karakterize bir sendromdur. Ruminasyon bu sürece şu şekillerde katkıda bulunur:Bilişsel Kaynakların Tükenmesi: Zihin sürekli olarak aynı düşünce döngüsünü çalıştırdığında, beyin tıpkı fiziksel bir kas gibi yorulur. Çalışma belleği (working memory) sürekli olumsuz içeriklerle meşgul edilir. Bu durum, günlük işleri yapma, yeni bilgileri öğrenme ve yaratıcı problem çözme gibi görevler için gereken bilişsel yükü aşırı derecede artırır. Bu sürekli bilişsel tüketim hali, kişinin kendini bitkin ve "beyni dolu" hissetmesine neden olur.Kronik Stres Tepkisinin Sürdürülmesi: Ruminasyon, sadece düşünmek değil, aynı zamanda bu düşüncelere eşlik eden olumsuz duyguları ve fiziksel stres tepkilerini (artan kalp atışı, gergin kaslar, yüksek kortizol seviyeleri) sürekli olarak aktive etmektir. Bedenin savaş ya da kaç tepkisi sürekli olarak tetikte tutulduğu için, birey kronik bir fizyolojik stres altında kalır. Bu durum, uzun vadede fiziksel ve duygusal tükenmişliğe yol açar.Uyku Kalitesinin Bozulması: Ruminasyon, sıklıkla uykuya dalma veya uykuyu sürdürme zorluklarına (uykusuzluk) yol açan bir gecikme mekanizmasıdır. Yeterince dinlenemeyen bir zihin ve beden, ertesi gün daha yorgun ve daha az dirençli olur, bu da tükenmişlik döngüsünü hızlandırır (Harvey, 2008).Zihinsel Geviş Getirme Döngüsünü Kırma StratejileriZihinsel geviş getirme işlevsel olmayan bir alışkanlık olduğundan, bireyin bu döngüyü kırmak için yeni, yapıcı stratejiler öğrenmesi gerekmektedir.1. Farkındalık (Mindfulness) MeditasyonuÖzellikle "şimdi ve burada"ya odaklanmayı destekleyen mindfulness uygulamaları, ruminatif döngüyü kırmanın en etkili yollarından biridir. Meta-bilişsel farkındalığı artırarak, kişi düşüncelerinin içeriğiyle (ne düşündüğüm) değil, süreciyle (düşünme eylemi) ilgilenmeyi öğrenir. Bu, bireyin düşüncelerini bir "gerçek" olarak değil, zihinden geçen basit olaylar olarak görmesini sağlar (decentering). Bu farkındalık, ruminatif düşüncelere duygusal tepki verme eğilimini azaltır.2. Düşünceleri Yazıya Dökme (Expressive Writing)Düşünceleri zihinde sürekli evirip çevirmek yerine, onları yazıya dökme eylemi, bilişsel yükü azaltır ve düşünceyi somutlaştırarak onlara dışarıdan bakma imkânı sunar. Bu teknik, özellikle duygusal olarak yoğun ruminatif içeriğin nötralize edilmesine yardımcı olur. Yazı, düşüncelerin "serbest bırakılmasına" ve geçici bir çözüm üretilmese bile zihinsel meşguliyetin azalmasına olanak tanır.3. Yapıcı Problem Çözme ve Eylem OdaklılıkBilişsel Davranışçı Danışmanlık bu döngüye müdahalede kilit rol oynar. Danışman rehberliğinde, birey ruminatif "neden" sorularından (Neden ben?) uzaklaşarak, "nasıl" ve "ne" sorularına (Bu durumu düzeltmek için ne yapabilirim?) odaklanmayı öğrenir. Diğer etkili teknikler şunlardır:Düşünceyi Erteleme ve Planlı Endişe Zamanı: Birey, ruminasyon başladığında bunu hemen durdurur ve günün belirli bir saatine (örneğin 15:00-15:20 arası) erteler. Bu süre zarfında kişi endişe ve ruminasyon yapmaya izin verir, ancak bu süre dolduğunda dikkati başka bir eyleme yönlendirir. Bu, beynin kaygıya sürekli otomatik tepki verme alışkanlığını kırar.Kanıtları Test Etme (Thought Challenging): Ruminasyona neden olan olumsuz otomatik düşüncelerin gerçekçiliği, kanıtları ve işlevselliği sorgulanır.SonuçZihinsel geviş getirme (ruminasyon), depresyon ve kaygıya zemin hazırlayan ve kişinin bilişsel kaynaklarını tüketerek duygusal yorgunluğa yol açan işlevsiz bir bilişsel süreçtir. Nolen-Hoeksema’nın (2000) gösterdiği gibi, çözüm odaklı olmayan bu sürekli düşünme hali, bireyi pasif ve çaresiz bırakır. Ancak bu durum kalıcı bir kader değildir. Farkındalık meditasyonu ile düşüncelere mesafe koymak, düşünceleri yazıya dökerek zihinsel yükü hafifletmek ve bilişsel-davranışçı danışmanlık teknikleriyle düşünce içeriğini yapılandırmak, bu yıkıcı döngüyü kırmanın ve zihinsel dinginliği yeniden kazanmanın anahtarlarıdır. Zihinsel geviş getirmenin üstesinden gelmek, bireyin enerjisini ve odağını problem analizinden yapıcı eyleme kaydırarak, psikolojik dayanıklılığını önemli ölçüde artırır. KaynakçaHarvey, A. G. (2008). Insomnia, circadian rhythms, and rumination. Clinical Psychology Review, 28(7), 1184–1194.Nolen-Hoeksema, S. (2000). The role of rumination in depressive disorders and mixed anxiety/depressive symptoms. Journal of Abnormal Psychology, 109(3), 504–511. https://doi.org/10.1037/0021-843X.109.3.504Watkins, E. R. (2008). Constructive and unconstructive repetitive thought. Psychological Bulletin, 134(2), 163–206.Daha bilinçli ve anlam dolu bir yaşam sürmek için farkındalık kazanma yolculuğunda size eşlik etmek üzere seanslara davet ediyorum.Randevu oluşturmak ve size uygun saat dilimlerini görmek için takvime göz atabilirsiniz.Sevgilerle…Uzman Psikolojik Danışman Sena İğdeli Sevinç